yazarlar makaleler
Yeniden İnşa Süreçleri Bağlamında, Özgürlük-Eşitlik (*)
4/2/2024

Ümit Tektaş

[email protected]

Ne mutlu yaşamlarını kimseye emanet etmeyenlere.” Fernando Pessoa

Özgürlük konulu önceki yazılarımda, eşitlik anlayışının özgürlüğü bozucu etkisinden kısaca söz etmiştim. Bu bölüme koşulların eşitliği ve özgürlük arasındaki ilişkiye vurgu yaparak başlamakta yarar görüyorum. İnsan doğası, onun gereksinimleri, hayatla mücadelesi, mülkiyet tutkusu ve daha sonradan edinilen ve öğrenilen bir dolu şey, aslında onun özgürlük karşısındaki gücünü gösterir. Bilindiği gibi orta çağ anlayışında özgürlük, belli bir mülkten haz alma hakkıydı. Kralın ya da bir başkasının müdahalesi olmadan kendi kendine bir şey yapma özgürlüğüydü. Diğer taraftan bir insanın kim olduğunu öğrenmesiyle ve kim olduğunu kabul etmesiyle özgürlük arasında sıkı bir ilişki vardır. Özgürlük; istememe, yapmama, bir şeye zorlanmama ve başkalarının mutlak karışmama hakkına ve duvarına sahip olma gücünün elinde bulundurmaktır. Özgürlük; her türlü otorite ve mutlak iktidar karşısında, gelip geçici olan ve kurulu düzenleri tamamlayan yapılar söz konusu olduğunda, kendini hissettiren ve koruyup kollayan bir olgu ve yaşatılan bir kavram olarak var olacak, yoluna devam edecektir. Tecrübeler ve uygulamalar göstermiştir ki, özgürlüğümüzü en çok korumamız gereken zaman, tam da devlet politikalarının, otoriteye boyun eğmenin ve çoğunluğa uymanın yararlı olduğunu düşündüğümüz vakitlerdir. Bilinmelidir ki özgürlük, iyi bir kamusal yönetimin hatırına değildir, o toplumun ve özel hayatın en ileri hedefleri mücadelesinin istikrarlı biçimde kendini sürdürmesi ve güvenliği içindir. Tarihin mücadele imbiğinden damıtarak, iyiye ve güzele dair birçok kazanım elde ederek günümüze varan insanlık, şüphe olmasın ki bundan sonra da aynı amaç ve irade ile yoluna devam edecektir. Derin bir birikime ve mücadele geleneğine sahip olan insanlık; kararsızlık göstermeden ve herhangi baskıya maruz kalmaya razı olmadan hatta hedefi toplulukları teslim almak olan hiçbir güce boyun eğmeden, şu zamana kadarki bütün sistemleri reddedebilir, gerçek ve tam bir özgürlüğün peşinden koşabilir, böylesi bir özgürlüğü deneyebilir.

Teorik tartışmaların üslup, anlam ve kavram yönünden yol açtığı her türlü güçlüğe ve maksadın doğru anlaşılmasını zorlaştırmaya karşın, özgürlük kavramını kolay anlatma ve açıklamanın yollarından biri de herhangi şekilde sınırlanmamadır. Bu yanıyla özgürlüğü anlatmakla onu yaşamak arasında, birbirine benzeyen belirgin bir süreç vardır. Bir insan zorlamaya, kısıtlamaya bağlı olmaksızın düşünüp davranabiliyorsa, düşüncelerini açıklayabiliyorsa, bu gibi etkinliklerde bulunurken yasal bir yaptırıma tabi tutulmuyorsa özgür sayılabilir. Anılan değerlendirme insanın, her türlü dış etkiden bağımsız olarak kendi istencine ve düşüncesine göre karar vermesi durumuyla eşleştiğinde, iradeye saygı ve mutlak karışmama hali benimsendiğinde özgürlük tekâmül etmiş sayılır. John Stuart Mill’e göre, toplum ve devlet, bireyin bağımsızlığını baskılayan iki önemli kurumdur. Hâlbuki belirtilen iki kurumun özgürlük alanına dair devreye girmesi, ancak başkalarına zarar söz konusu olursa mümkün olmalıdır. Özgürlüğün gelişimi için toplumla bağdaşmamak belki de olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Özellikle otorite söz konusu olduğunda boyun eğmemek, topluma giydirilen kostümlerden ve doğru olduğu ileri sürülen dikenli yollardan çıkmak da.

Pratik olarak şimdiyi ve geleceği ilgilendiren her türlü etkinlik, bir şekilde insan özgürlüğüyle ilişkilidir. Bize ait olanı etkileyen her türlü faktör, özgürlük alanına, ne istediğimize ve nasıl istediğimize doğrudan ve açık biçimde müdahaledir. Tercihlerimiz, kendimizle ilgili kararlar kadar bize dayatılan ya da seçmek için yüz yüze kaldığımız süreçler de özgürlüğümüzü, özgür olup olamayacağımızı açıklar. Hiçbir ehveni şer ve çoktan seçmeli tercih manzumesi, isteme dayalı ve özgür bir seçim anlamına gelemez. Seçim yapabilmek konforuna sahip olmak, gerektiğinde seçim yapmama serbestliğini ve rahatlığını da içeriyorsa anlamlıdır. Bir kez daha söylemek gerekirse özgürlük; en çok otoriteye, siyasi iktidara, devlet gücünü elinde bulunduran kurumlara, mahalle baskısı uygulama gücüne sahip olanlara karşı ihtiyaç duyulan bir şeydir. Özgürlüğe inanan bir arkadaş grubu, özgürlük için mücadele eden, bedel ödeyen herhangi bir çevre, farkında olmadan veya bilerek kendi içinde yer alan bireylerin özgürlüklerini kısıtlayabilir, onların hayatına doğrudan ya da dolaylı müdahalelerde bulunabilir, onlar için özgürlük ortamını zedeleyip tahrip edebilir. Şüphe duymamak gerekir ki, bilinçli ve nitelikli bir biçimde özgürlük alanına yapılan her türlü saldırı, bireylerin kendisine ve oluşturdukları topluma güven duygusunu, toplumların ortak geleceklerini ve toplulukların bir arada yaşama iradesini ve arzusunu olumsuz yönde etkiler. Günlük yaşamın doğal akışı içinde şekillenen, kısacası günlük hayatın hengâmesi içinde karşılaşılan her türlü özgürlük ihlali, içerik ve nitelik bakımından siyasi otoritenin, elinde güç bulunduranların bilerek ve isteyerek uyguladıkları baskılardan ayrı ele alınmalıdır. Ayrıca kolektif etkinliklerin, kolektif iş ve eylemlerin insan özgürlüğünü olumsuz yönde etkileyen, onu çevreleyen ve kısıtlayan, insanın kendini baskı altında hissetmesine yol açan unsurlardan arındırılması gerekir.

Günümüzde özgürlük kavramına dair sürdürülen ve pratik felsefeyle ilişkisi olmaksızın yapılan tartışmaların tamamı, yazık ki sınırlı ve yetersiz kalmaya mahkûmdur. Bununla birlikte denebilir ki özgürlük kavramının en pratik ve en kapsamlı tanımı, kanımca şudur: kişinin iradesi ile baskı altında olmadan insan olmanın gereği olan ve insan onuruna uygun düşen isteklerini hayata geçirebilmesi ve buna ilişkin bir ortamda yaşaması ve bunu hissetmesidir. Kişinin kendi dar çevresinin isteklerine boyun eğmek zorunda kalmaması, dilediği gibi karar vererek hareket edebilmesi ve yer değiştirebilmesi de özgürlük kavramının yeni ve belirgin kazanımlarıdır. Kavramsal olarak konu, bireylerin ve toplulukların fikir ve görüşlerini sansür, yasal yaptırım veya tehdit korkusu olmadan ifade etme, koruma ve yayma hakkıdır. Kendisi için iyi olanı istemek, kendi yararına olanı tercih etmek, kendisine ait olanı korumak ve kollamak, herhangi bir şeye zorlanmamak, koşulların özgürlük anına doğal müdahalesi dışında, herhangi bir dış müdahaleye maruz kalmamak vesaire vesaire...

Unutmamak gerekir ki bireyin kişisel görüşünden bağımsız olarak gelişen koşulların birey özgürlüğü üzerindeki olumsuz etkisi, özgür toplum şekillenişinde de negatif tesire sahiptir. Bireyin düşünce ve duygularına dayanan her türlü tercih, onun özgürlük alanına dair serbestliğini ve konforunu gösterir. Bununla birlikte, her tülü zora ve koşula karşın özgürlüklerimizi kullanma ve koruma biçimimizin güvenlikli, kolay ve uygulanabilir bir yolu bulunmalıdır.

Kavramların içinin boşaltıldığı veya kavramları karışık olan bir dünya düzensizliği içinde, günümüze kadar ulaşan toplumsal aşamaların gelip dayandığı noktada, özgürlük kavramını ve ona etki eden öteki her şeyi konuşmanın güçlüğünü ve karmaşıklığını görmeden, düşünce üretmek ve fikir serdetmek, olasılıkla bizi ciddi bir şekilde yanlışa düşürür. Sanırım karmakarışık bir dünyanın özgürlük konusunu tartışmak, koşulların etkisi, sorumluluk duygusu ve özgürlük kavramı arasındaki ilişkiyi tartışmaktan her zaman daha kolaydır. Hiç şüphe yok ki özgürlük kavramının akılla, bilgiyle, maddi rahatlıkla, sorumluluk duygusuyla belli düzeyde bir ilişkisi vardır. Zira bilgi güçlü bir kılavuzdur ve bu özelliğiyle özgürleşme süreçlerine olumlu katkı sağlar. Pek çok filozofun, bilginin özgürleştirdiğine dair iddiaları ve tezleri, bu görüşü desteklemektedir. Bilgi, aynı zamanda anlama ve kavrama gücüyle ruh ilişkisinin doğru şekilde kurulmasıdır. Herhangi bir konudaki akıl bize ait değilse, ana fikir içselleşmemişse içinde bulunduğumuz ilişkiler ağı, akla ve mantığa dayanmıyorsa, üzülerek belirtelim ki ruhumuz da, kavrayışımız da özgür değildir.

Konuya dair daha önceki yazılarımdan birinde, muhtemelen Özgürlük Nedir başlıklı yazıda, aşağı paragrafta ifade edilen düşüncelere yakın şeyler yazmıştım:

Tarih penceresinden bakıldığında ve tarihin belli bir aşamasından itibaren incelendiğinde, Platon’dan günümüze değin, özgürlük kavramına ve onun ne olması gerektiğine dair birçok şeyin ortaya atıldığı görülecektir. Aristoteles isteyerek yapmaktan, Isaiah Berlin, birbirine zıt yorumlar içeren negatif ve pozitif özgürlükten, John Stuart Mill müdahale etmemekten, Farabi istençten, yani iradeden söz etmiştir. Kısacası özgürlük isteyerek yapmayla başlayan, iradeyle yoğunluk kazanan, müdahale etmemek gibi sınırları olan ve aynı zamandan mutlak karışmamaya dayanan dinamik bir kavramdır.

Özgürlük, eşitlik ve demokrasi ilişkisi

Özgürlük eşitlik ilişkisi, kavram olarak özgürlüğün belki de en çok sıkıştığı, kısıtlandığı ve kendi manasından uzaklaştığı nadir alanlardandır. Özgürlüğü geliştirmesi ve beslemesi gereken eşitlik, yazık ki pratik olarak özgürlüğü engellemektedir. Burada eşitlik durumu, bireylerin her bakımdan eşitliğinden ziyade başkalarıyla birlikte içinde bulunduğumuz koşulların eşitliği biçiminde el alınmaktadır. Böyle olduğu için koşulların eşitsizliği özgürlüğü sınırlamakta, kendi özgün zemininden uzaklaştırmaktadır. Açık ki, kişi davranışları, iradi kabuller, ekonomik ve sosyal disiplinler hatta imkân ve araçlar doğası dışına taştığı her zaman, özgürlük kavramı ve özgür olma hali zarar görür.

Kimi zaman koşulların ve süreçlerin sonucu olarak eşitliğe dört elle sarılan belli topluluklar, özgürlük kavramının insan yaşamı üzerindeki rahatlatıcı etkisini göz ardı edebilmekte, denebilir ki özgürlükten kolaylıkla vazgeçebilmektedirler. Kimi zaman ise eşit olmayan şartların, imkân ve araçların, özgürlük üzerindeki etkisine göre tutum alınmaktadır. Hiç kuskusuz, demokratik toplumlarda ve nispeten gelişmiş sayılan ülkelerde, eşitsizliğe dayalı eski toplumsal durum değiştirildiğinde, yasalar, alışkanlıklar, teamüller ve hatta kanaatler eşitlik ilkesine uyarlanabildiğinde, özgürlük eşitlik ilişkisi belli bir dengede sürdürülebilir. Özgürlük mefhumu öyle bir şeydir ki, neden olduğu tehlikeler eş zamanlı olarak kendini hissettirirken avantajları ancak orta ve uzun vadede kendisini gösterir. Eşitliğe gelince, söz konusu kavramın neden olduğu riskler, kendini ancak yavaş yavaş ortaya koyarken, avantajlar ise özel ve kamusal alanda varlıklarını doğrudan hissettirir. Bu açılardan bakıldığında, Tocqueville için özgürlük ve eşitlik arasındaki ilişki, kurumsal demokrasinin ayrılmaz bir bağıdır. Fransız yazara göre demokratik toplumların temel ilkesi olan eşitliğin aşırılıklarına, özgürlük ilkesi ile sınır getirilebilir. Tocqueville, eşitliği, özgürlüğün var olma koşulu olarak gördüğü için, eşitliğin özgürlükten üstün olduğunu savunmaktadır. Adı geçen yazar özgürlüğün ancak koşulların eşitliği ile gerçekleşebileceğini Amerika örneği üzerinden göstermektedir. Söz konusu karşılaştırmalar ekseninde, demokrasinin toplumsal ve siyasal eşitlik tutkusunu harekete geçirdiğini fakat bu durumun demokrasinin özünü yansıtan, toplumsal ve siyasal özgürlüklerin güvence altına alınması anlamına gelmediğini vurgulamaktadır. (Alexis de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, Özgürlük, eşitlik ve demokrasi ilişkisi başlığı)

Tocqueville’in Demokratik Zorbalık kitabında, despotizmin, demokratik çağlarda (Günümüz kastedilmektedir), daha rahat uygulanabileceği vurgulanıyor. “Bu doğrultuda insanın özgür iradesini kullanmasını günden güne daha gereksiz ve daha nadir kılar, iradenin etkinliğini daha dar bir alana sıkıştırır ve her yurttaşın iradesini azar azar aşırarak kendine mal eder. Tüm bunlara insanları eşitlik hazırladı; onları bunlara katlanacak hatta çoğu kez bunları bir iyilikmiş gibi görecek tava getirdi.” Aynı eserinde, insanın kendisine yapılan haksızlıklarla ancak basın ve matbaa yoluyla baş edebileceğini dile getiren Fransız düşünür, şöyle diyor: “Eşitlik, insanları birbirinden yalıtır ve güçsüzleştirir ama basın da her birini, en güçsüzün ve en yalıtılmış olanın bile kullanabileceği çok güçlü bir silahla donatır. Eşitlik, her bireyi yakınlarının desteğinden mahrum bırakır ama basın onun tüm hemşerilerini ve tüm benzerlerini yardıma çağırmasına imkân tanır. Matbaa eşitliğin ilerlemesini hızlandırmıştır ve onun en iyi tamircilerinden de biridir.”

Bununla birlikte Tocqueville, “Demokrasinin özünün koşulların eşitliğine dayandığını ileri sürmektedir. Fransız bilim insanına göre, özgürlük, demokratik toplumlardan önceki toplumlarda da, her ne kadar sadece belli bir sınıfa, kasta ya da topluluğa ait olsa da bir biçimde var olur. (…) Tocqueville için yönlendirici ilke olarak koşulların eşitliği, demokrasilerin paradokslarını da ortaya çıkartır, çünkü demokratik devrimle birlikte insanlar sadece ve basitçe eşitlik sevgisine yönelmezler, aynı zamanda eşitliği bir tutku haline getirip eşitliği özgürlüğe tercih eder ve böylelikle özgürlükten uzaklaşırlar. İşte demokrasinin temel paradoksu da eşitlik-özgürlük arasındaki bu muğlak ilişkide temellenir. Tocqueville’e göre insanların özgürlüğü sevmekten çok, eşitliğe tutkuyla bağlanmayı tercih etmelerinin nedenlerinden birisi, yasalar, teamüller, alışkanlıklar ile siyasal teşekkülde eşitliğin kalıcı ve sürekli olarak var olmasını istemeleridir.” (Alexis de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, özgürlük, eşitlik ve demokrasi ilişkisi başlığı, Vikipedia)

Yapıp etme, isteme, edip etmeme, mutlak karışmama alanlarının en ince ayrıntılarıyla ortaya çıkan özgürlük kavramı; sadece kurallar, kaideler, gelenekler, istekler sürecine feda edilemez, bu denli anlamından koparılamaz. Elbette yasalar, teamüller, alışkanlıklar, kurallar, kaideler, gelenekler ve istekler hem tek başına özgürlük kavramı üzerinde hem de özgürlük eşitlik ilişkisi söz konusun olduğunda oldukça etkilidirler. Hatta denebilir ki yetenek ve zekâ geliştirici yanıyla özgürlük, aynı zamanda bir oyundur. Kuralları olan, gelişen, yenilenen ve bir zincire bağlı olan bir oyun. Eğer özgürlük kural tanımasaydı, hem kendini zehirler, kavram olarak anlamının içini boşaltırdı hem de düzensizlik ve kargaşa nedeniyle insanlığın var olduğu hiçbir alanda şimdiki kurallar olmazdı. Hayata bakışımızda ne düşündüğümüz ve gördüklerimizde neyi ifade etmek istediğimiz, neler yaşadığımızdan bağımsız olarak kendimizi anlattığımız süreçlerin toplamıdır özgürlük. Kimseye boyun eğmemek, isteyerek yapmak, müdahale etmemek ve mutlak karışmamak gibi her biri süreçlerden damıtılan ve özenle bugüne taşınan özgürlük değerleri ister gençlik ateşimizde ister orta yaşlardaki olgun çağımızda ister yaşlılık deneyimlerimizde özgür bir insan olarak bize güç verir. Özgürlük kimsenin bizi değiştirip dönüştürmeye zorlayamadığı, bizi bozup başkalaştıramadığı dokunulmazlık alanıdır. Kimse bana karışamaz ve kimse beni engelleyemez dediğimiz özel bir alandır. Eğer çoğunluk azınlığı, yaygın olan düşünüş farklı olanı ezmek isterse, demokrasinin gelişmesi, farklılıklarla bir arada yaşama arzusu büyük bir darbe yemiş olur. Özgürlük başka türlüsüne, farklı olana, bizi zorlayana, bize itiraz edene, uzak ya da yakın olsun ayrı bir yerden seslenene tahammül ve saygıdır. Bununla birlikte anlayış göstermektir, ifade etme ve fikir üretme hakkı tanımaktır. Her türden azınlık haklarının güvence altına alınması, azınlıklar için özgürlüğün başlangıcı sayılmalı ve bu da azınlık hakları yönünden kalıcı olarak yasalarla ve anayasayla korunmalıdır. Tersine uygulamalar ise özgürlüğü kısıtlar, özgürlük ortamını sekteye uğratır. Özgürlük ve yönetim, özgürlük ve topluluk halinde bir arada yaşama, birey birey ilişkisi ya da birey toplum ilişkisi, devlet olgusuna kurban edilemeyeceği gibi, içeriği ve niteliği belli olmayan devlet mevhumu ileri sürülerek üretilen korkulara feda edilemez. Özgür bir toplumda, ne olduğu anlatılamayan ve anlaşılmayan devlet, eğer olmak zorundaysa açık ve şeffaf kalarak sadece kolaylaştırıcı olmalı ve hakem işlevi görmelidir. Devlet aygıtı, daha iyi anlaşılması için ifade etmek gerekirse olur olmaz şeylere burnunu sokmamalı, insanların işlerini yönetmemelidir. Devlet denen şey, kendine ait işlerini yürüten insanlar arasındaki adaleti yönetmelidir. Heybetli görünmeyen, cüssesi ve hükmettiği alanlar yönünden küçük bir devlet hatta şeffaf, etkisiz ve hakem devlet, denetleyen ve özgürce kararlar alan, isteme ve mutlak karışmama ilkelerine sadık bir toplum, özgürlük kavramı için kuluçka sayılır. Belki de bu yüzden, “Başkalarının hürriyetlerini tanımayanlar, hürriyete layık değildir,” diyen Abraham Lincoln, kısa ama sert bir çerçeve ortaya koyuyor.

Gelinen aşamada her türlü özgürlük, din ve vicdan özgürlüğü, gösteri ve toplantı yapmak özgürlüğü, ifade ya da anlatım özgürlüğü, farklılıklarla bir arada yaşama talebine dayanan özgürlük, üçüncü kuşak özgürlükler, hemen hepsi müteşebbis özgürlüğüne kaynaklık etmekte, onun hizmetine girmektedir. Küresel Egemenlik Sistemi’nde (Günümüz egemenlik düzeninde), esas olan paranın yönetimsel özgürlüğü ve gerektiğinde dilediğini yapma özgürlüğüdür. Peki, bu türden bir özgürlük kime yarar? Açık ki böyle olunca, özgürlük bir şeylerin aracı haline getirilince kuramsal olarak gelişemez ve yerinde kullanılamaz.

Özgürlük eşitlik ilişkisi gibi, özgürlük ve zamanı dileğince yönetme konusu arasında da kopmaz ve sarsılmaz bağlar vardır. Bir yanıyla özgürlükle, kendilikle doğrudan ilişkisi olan zaman, bir yanıyla da hayat bağlarımız nedeniyle öncelikler meselesi olabilmektedir. Zaman yönetimi olmaksızın ele alınmaması gereken özgürlük kavramının yönetsel ve toplumsal ağ içindeki yeri ve öteki diğer alanlarla etkileşim biçimi, sadece özgürlüğün gerekliliğinden ve değerinden kaynaklanmıyor. Bireylerin özgürlüğü söz konusu olduğunda, zamanı yönetme iradesi kadar özgür kalabilme arzusu da hayatidir.

Kalabalıkların bilgeliği teorisinin sahibi Aristoteles, bireysel kararların ya da bireysel hareketlerin eleştirisini yaparken özgürlük kavramının sınırlarının daraltılma ihtimalinden söz ediyor. Aristo, bireysel kararların da kolektif kararlar biçiminde tezahür edebileceğini ve bunun zaman zaman özgürlükleri kısıtlayan yanlış sonuçlar doğurabileceğini vurguluyor. İster bireylerin tek başına etkinlikleri ister kalabalıkların kolektif aktivitesi olsun, konu özgürlüğün kısıtlanması olasılığıysa pek çok parametrenin gözetilmesi gerektiği açıktır. Görülmektedir ki modern dönem sonrası nitelikli hale gelen herkesin oyunun eşitliği ve adalet olgusu, hiçbir şekilde özgürlük alanını geliştirmeye tek başına yeterli olamıyor.

Özgürlük bağlamında ele almak gerekirse insanlığın iyiye ve daha güzele ulaşma arayışı, birçok pratik uygulamayla birlikte, kimi geçici kimi kalıcı sistemlerin icadıyla devam ediyor. Binlerce yıldır kanun koyucular ve iyi niyetli fakat başarısız toplumcu reformcular bir dolu sistem-düzen uyguladı, uyguluyor. Öyle ki tarihin akışına bakıldığında ve farklı kıtalardaki ülkelerin gelişmişlik, toplumların özgürlük, kalkınma ve refah düzeyi değerlendirildiğinde, bu kadar sistemin sonuç alamadığı ve değişik sistemlerin toplumlara boşuna uygulandığı söylenebilir. İnsanlık son birkaç asırdır pek çok gelişmeye rağmen, hala daha iyi bir sistemi aramaktadır. Belki de bilinen ve uygulanan bütün sistemleri reddetmek, sadece özgürlüğü referans alan, özgürlük değeri üzerinden konumlanan bir sisteme ulaşmak amaç olmalıdır. Özgür doğan ve özgür yaşam için çabalayan insanlığın her bir ferdi, yöneticilerin iyi ya da kötü niyetlerine hatta insaflarına bırakılamamalıdır. İnsaniyet özgürlük isteğini ve savunusunu desteklemek veya özgürlüğe yapılan saldırıları püskürtmek için doğal olarak tetikte görünmelidir. İnsanlığın her türlü çabasına rağmen unutulmamalıdır ki, özgürlüğe karşı esas büyük tehlike ve tehdit, birinci görevleri halklara hizmet etmek ve iyi niyetli olduğunu düşündüğümüz, ama aslında özgürlüklere sinsice saldıran, özgürlükleri kısıtlayan küresel güçlerin emrindeki hükümetlerin uygulamaları ve yapıp ettikleridir. Her şeyi sayısallaştıran, para kazanma hırsına ve oburca bir doyumsuzluğa sahip olan bir gücün veya otoritenin amacı, kendi takdirine bırakılmış belirsiz bir geleceğe yol almak ve yığınları yoksullaştırmaksa bu gücün sınırları nasıl belirlenebilir? Bu güce insani değerler nasıl emanet edilebilir? Che Guevera, düzen düzensizlik, değerler zinciri ya da anarşi, şartlar ne olursa olsun özgürlüğün ihtiyaçlar ve keşif ilişkisine benzer bir döngü içinde olduğunu ima eden şu özlü sözü söylemektedir: Ancak özgürlükten yoksun olanlar, özgürlükleri uğruna savaşma hakkına sahiptirler. Che’ye ait olduğu ileri sürülen ve özgürlük topluluklar ilişkisinin gücüne inanların sorunlu bulabileceği bu vecize, gene de özgürlük kavramını yüceltmektedir.

Tarihin belli bir diliminde İmparatorların, Kralların ve Prenslerin insanların babası olması gibi saçma bir iddia vardı. Söz konusu iddianın onları despot olmaya teşvik ettiği, otoritenin baskıcı yanını bilince çıkarma tehlikesi yarattığı ve bu gibi düşüncelerin sistematik şekilde günümüze kadar sürdüğü aşikârdır. Şüphe olmasın ki insanlık bilinen mücadele ve gelişim döngüsünü gözeterek kendine ait olanı korumaya, özgürlüklere ve insanlığın onuruna sahip çıkmaya devam edecektir. Hatta her kuşağın kendisinden sonra gelecek olan doğmamış nesillere karşı sorumluluğuna bakarak bu inancı yukarıda tutmak için yığınla sebep ileri sürülebilir. Ara başlığa dair son bir cümle kurmak gerekirse, insanlığın eşitlik ve özgülüğün hatta barış ve özgürlüğün, birbiriyle kopmaz bir şekilde bağlı olduğunu ve birine karşı olan tehdidin insanlığı hedef aldığının farkına varmaması neredeyse imkânsızdır.

Özgürlük kavramı ve filozoflar

Antik Yunan’dan, bilhassa Platon’dan bu yana özgürlük, görece bir kavram olarak bireylerin ve toplumların hayatında yer almıştır. Bu süre boyunca filozoflar ve bilim insanları, pek çok kavrama dair olduğu gibi, özgürlük kavramına ilişkin olarak görüş açıklamış, kendince tanımlar yapmış ve sınırlar çizmiştir. Söz gelimi, Platon'a göre özgürlük, insanın kendi yapısını seçmesi, nasıl bir insan olacağına kendisinin karar vermesi olarak tanımlanabilir. Yunan filozofa göre, nasıl bir insan olacağı kişinin kendi elindedir, kendi olanakları dâhilindedir. Her kişi kendi kişiliğinin yaratıcısı, kendi yaşamının efendisidir.

Platon’dan yaklaşık iki milenyum sonra Kant, özgürlük kavramına büyük önem vermiş, bir toplumun ilerlemesinin o toplumdaki özgürlüğün ne ölçüde yayılıp geliştiğine bağlı olduğunu belirterek özgürlüğü, insan türünün ve tarihinin başat idesi olarak belirlemiştir. Özgürlükleri doğrudan etkileyen ve her türlü toplumsal ilişkide var olan iktidar kavramı hakkında Max Weber de şöyle söylemektedir: İktidar, kişilerin ya da grupların, başkaları karşı çıktıklarında bile kendi istedikleri şeyleri gerçekleştirebilecek olmalarıdır. Açık ki, gerçek bir özgürlük her hal ve şartta, her türden iktidara karşı istediğini yapmak ve iktidarlar yönünden mutlak karışmama keyfiyetine sahip olmaktır. Özgürlüğü kullanma alanı olarak burada bir güçten değil, ortamdan, durumdan, olağan süreçten söz edilmektedir.

Spinoza ise, her tür tasarım ve iradeye dayalı kararın zorunlulukla kendisinden önce gelen bir olaya dayandığı fikrinden hareket eder. Bu şekilde yaklaşılınca irade özgürlüğü olarak adlandırılan özgürlüğün reddedilmesi ortaya çıkar. Felsefe tarihi içinde Spinoza kadar katı bir kuramsal yargıyla bu anlamdaki özgürlüğün reddedilmesi söz konusu değildir. Daha sonra yapısalcılığın** belirli bir yorumunda, örneğin Althusser’in*** özneyi yapının bir türevi olarak ortaya koyan çalışmalarında bu tür bir yaklaşım görülür. Spinoza özgürlüğü bir yanılsama dahası bir fantezi sayar. Buna sebep olanın, eylemlerimizin ve etkinliklerimizin nedenlerini bilmememiz olduğunu söyler. Spinoza’ya göre, eğer aşağı doğru akan bir su, düşünebilen bir varlık olsaydı, kendi özgür istenci ve iradesiyle aşağı doğru akmakta olduğunu düşünürdü. Karar verme durumumuzu başka bir açıdan da özgürlük olarak kabul edemeyiz, çünkü kararlarımız çoğunluk hafıza denilen yapının etkileriyle oluşur ve Spinoza’ya göre hafızaya hâkim olabildiğimiz söylenemez. Hollandalı filozof, elbette kendince bir özgürlük anlayışına sahiptir ve bu anlayış bir şekilde onun mantıksal sistemine derinden bağlı olabilir. Spinoza için özgürlüğün, insanın kendi doğasında mevcut olan zorunluluklara uyması durumu olduğu, yaygın bir inanıştır. Hollandalı düşünür için özgürlük, zorunluluğun tanınmasıdır. Spinoza’nın kendini sistemini kurarken saf ve tarafsız bir mantıkçının konumuna çekilmeye çalıştığı söylenebilse bile, özellikle özgürlük konusundaki tutumu belirgindir. O’na göre özgür insan, içinde bulunduğu ve kendisini belirleyen zorunlulukların farkında olan, bunların bilgisine sahip olan insandır. Bir bakıma Hollandalı düşünür, belli koşullar ileri sürerek kendi felsefi sisteminde, daha yüksek bir algı düzeyine çıkmış, duygularını denetim altına alabilen, kendisi ve dünyayı kavrama bilincine sahip olmayı özgür insan olarak tanımlar. (Vikipedi)

John Stuart Mill, her insanın, insan olmak vasfıyla sahip olduğu özgürlükler vardır. Sosyal bir varlık olmakla insan, aynı zamanda bir topluluğun üyesidir. Topluluklar tarihi süreçte devlet örgütlenmelerine dönüşmüş ve bu yapılar da toplumun âlî menfaatini gözeterek fertlerin özgürlüklerini sınırlandırma yetkisine sahip olmuştur. Bu süreç, fertlerin özgürlüklerinin hangi şartlar altında sınırlandırılabileceği, devletin bu yetkisini nereye kadar kullanabileceği tartışmalarını birlikte getirmiştir, diyor. John Stuart Mill bu eserinde (Özgürlük Üzerine), bir vatandaş olarak insanın özgürlükleri üzerinde durmuş ve bu özgürlüklerin genişletilmesi konusunda herkesin istifade ettiği hakların kazanılmasına katkı sağlamıştır. Bu özelliği muhtemeldir ki onu, siyaset felsefesinin büyük düşünürleri arasına sokmuştur.

Rosa Lüxemburg, özgür insan, başka türlü karar verme imkânı olan insandır, cümlesini kurmaktadır. Michel Foucault, “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa; orada kimse yok demektir,” diyerek düşün alanındaki çeşitliliğe, farklıklara, ifade ortamının rahatlığına, fikri zenginliğe özellikle yollama yapmaktadır.

Nietzsche, “Ama önce sen kendini inşa etmelisin, dimdik bir beden ve dimdik bir ruhla.” diyor ve ekliyor; “Derisini değiştirmeyen yılan ölmeye mahkûmdur. Bu durum fikirlerini değiştirmeyen zihinler için de geçerlidir. Sabit fikir, en büyük hapishanedir.” (Böyle Buyurdu Zerdüşt, Friedrich Nietzsche)

20. yüzyılın önemli siyaset felsefecilerinden olan Hannah Arendt (1906–1975) ise, insanın kendini özel alandan ayrışmış bir kamusal alan içinde gerçekleştirebileceği görüşü çerçevesinde, özgürlüğü siyasi bir tema olarak değerlendirmiştir. Bu bağlamda özgürlüğü düşünce alanında yer alan bir olgu olarak görmemiş; özgürlüğün yer alması gereken özgün alan olarak, insani ilişkiler alanı olarak kabul ettiği ve siyasi alanla eşitlediği kamusal alanı göstermiştir. Ona göre siyasetin varoluş nedeni özgürlüktür ve özgürlüğün deney (tecrübe) alanı eylemdir. Eylem ve siyaset, özgürlüğün var olduğu kabul edilmeden kavranamayacak şeylerdir, şeklinde değerlendirme yapmaktadır. (Geçmişle Gelecek Arasında, Çev. B. Sina Şener, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996.)

İnsanlar özgür olarak doğar, ama her yerde zincire vurulmuş olarak yaşarlar,” diyen Jean Jacques Rousseau, insanın zaman içinde maruz kaldığı müdahaleleri, yönlendirmeleri, boyun eğdirme ve teslim alma yöntemleri hakkında derin bir ipucu vermektedir. Bireysel gelişmenin, kendini gerçekleştirmenin ve kendi olma süreçlerinin insan özgürlüğü ile insanın duygu ve düşünceleri üzerindeki etkilerini tartışan varoluşçu felsefenin önemli isimlerinden Sartre de, “Kendinizi tanımaya başladıkça özgürleşirsiniz,” diyor. Etik ve ahlakın gerekip gerekmediğinden ve bu türden tartışmalara katılıp katılmamaktan bağımsız olarak söylemem gerekir ki, psikanalizin en radikal isimlerden biri olan Wilhelm Reich, “Ahlakçı pozu takınan her fikir yaşama karşıdır, özgürce sevgiye düşmandır,” vecizesiyle özgürlük ve yaşamanın kendisi olan sevgi arasında önemli bir ilişki kurar.

Hiç şüphesiz ki bir kavram ve bir hak olarak özgürlük, otorite birey, toplum birey ve otorite toplum ilişkisinin yanı sıra bireyin topluma ve devlete karşı yükümlülükleri ve devletin hatta toplumun menfaatini gözeterek fertlerin hürriyeti üzerinde ne tür kısıtlamalara gidebileceği meselesi, insanlık tarihi kadar eskidir. Konuya dair bu başlığı, “Özgür ülkelerde, herkes düşüncesini ifade etmekte ve geriye kalanlar da dinlememekte özgürdür,” diyen İngiliz bilim insanı Norman Collie’nin kendince özgürlük kavramına ufuk çizen aforizmasıyla bitirelim.

(*) Bu bölüm, ‘Yeniden İnşa Süreci Kavramları Bağlamında Özgürlük’ kapsamında hazırladığım uzunca bir yazının taslağından alınmıştır.

(**) Yapısalcılık, 19. yüzyılın ikinci yarısında dil, kültür, matematik felsefesi ve toplumun analizinde en fazla kullanılan yaklaşım olmuştur. Yapısalcılığın çok belirgin bir okulu olmamasına rağmen, özellikle yapısalcılık ve göstergebilim alanında adını duyuran İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün çalışmaları, genellikle bir başlangıç noktası kabul edilir.

(***) Louis Pierre Althusser, Fransız Marksist filozof. İleride felsefe profesörü olacağı Ecole Normale Superieure’de okudu. Fransız Komünist Partisi’nin önde gelen akademik sözcülerindendi ve argümanları sosyalist projenin ideolojik kuruluşuna dönük çeşitli karşıt iddialara birer yanıttı.

NOT: Özgürlük, eşitlik ve demokrasi ilişkisi başlığının hazırlanmasında, Alexis de Tocqueville’in Demokratik Zorbalık kitabından yararlanılmıştır. Fransız hukukçu, düşünür ve tarihçi Alexis de Tocqueville’in 1835 ve 1840’ta iki cilt halinde yayımlanan Amerika’da Demokrasi başlıklı çalışması, siyaset bilimi literatürünün kanonik (Genel olarak kabullenmiş veya otoritelerce doğrulanmış) eserlerinden biridir. Demokratik Zorbalık kitabı, Amerika’da Demokrasi’nin “Demokratik Duyguların ve Düşüncelerin Siyasal Topluma Etkisi Üzerine” başlıklı dördüncü ve son bölümünden oluşuyor. Tocqueville'in o dönemde ortaya attığı sivil toplum destekli katılımcı demokrasi modeli, çağdaş demokrasi anlayışının kurucu öğelerinden biridir. Yazarın bu katkıları, çağdaş demokrasilerin yaşadığı sorunlarla yeniden güncellik kazanmıştır. Tocqueville’in düşüncesinin ana unsurlarını özetleyen bu kitap, bugün belki çok kullanılmaktan içi boşalmış bazı kavramların kökenini hatırlatarak günceli anlamlandırmamıza ve güncel sorunlarla ilgili tartışmalara katkıda bulunacaktır. (Adı geçen eserden)

Deng Dergisi, sayı:131


İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar