15.10.2023
Yayın Ağacının konuğu olarak Diyarbakır’a gelen yazar Murathan Mungan, kitaplarını imzaladı, söyleşilere katıldı.
Mümin Ağcakaya
Yayın Ağacının konuğu olarak Diyarbakır’a gelen yazar Murathan Mungan, kitaplarını imzaladı, söyleşilere katıldı. Diyarbakır’da yoğun ilgi gören Mungan, kentin tarihi mekânlarını dolaştı. Murathan Mungan ile son romanı ‘995 km’ üzerine konuştuk.
Yazıyla ilişkilerinin kendisini birçok alanda ürün vermeye yönlendirdiğini, farklı sesleri, farklı dünyaları, bu anlamda da kültürel demokrasiyi önemseyen ve zenginleştirici bulan yazar Murathan Mungan, son kitabı ‘995 km’ de zor olan bir tarzı seçiyor. Romanında, kamerayı katilin omzuna koyarak olayın akışını takip ediyor ve ‘ben’ ağzından yazıyor. Oysa bu tarzın bir yazar için zor ve riskli bir yöntem olduğunu, kendisinin de zor olanı sevdiğini, burada da yazarlığına güvendiğini söyledi.
Ayrıca hafıza konusuna da vurgu yapan yazar Mungan; hafızası zayıf ve zayıflatılan bir toplum olduğumuzu, geçmişin acılarından marazi bir haz üretmemek gerektiğini söyleyerek; hafıza bilgiyi diri tutmak için önemlidir dedi. Sorularımızı yanıtlayan yazarın daha detaylı değerlendirmelerini siz değerli okurlarımızla paylaşıyoruz.
Yazar, Şair, senarist ve söz yazarı, deneme, romancı birçok özelliğiniz var. Murathan Mungan farklı türlerde yazmayı çok seviyor. Bu konularda ne söylemek istersiniz?
Yazıya başlarken doğrusu sadece şiir yazacağım, sadece roman yazacağım, öykü yazacağım diye başlamadım. Önce öykü yazarak başladım. Ama edebiyata, sanata olan düşkünlüğüm, yazıyla ilişkim beni birçok alanda ürün vermeye yönlendirdi. Eğer bunlardan birini beceremediğimi düşünseydim zaten bırakırdım. Elimde örnekler vardı. Bizim edebiyatın tarihine bakacak olursak çok iyi şiirler yazmış ama romanda o kadar parlak olmayan ya da tersi bazı isimler söz konusudur. Onun da bende yarattığı bir gerilim vardı doğrusu. Sonuçta bu konuda iyi edebiyat okurlarından, edebiyat geçmiş olan akademisyenlerden, eleştirmenlerden olumsuz not almadım. Kendim de bu konuda en ufak bir şüpheye düşmedim.
Bazen bana kendisi söyler ben şiirim der. Ben öyküyüm der. Benden iyi roman olur der. Beni zorlama ben iyi bir kısa öyküyümdür. Zorlarsan, fazla esnetirsen elinde kalır, elinde patlar der. Bu gibi edebiyat içi kaygılar, sanatsal ölçütler beni aynı zamanda türler üzerinde düşündürtmeye de yönlendirdi. Akademik bir donanıma da ihtiyaç vardır. Yani sırf canınız istedi diye o türde yazmazsınız. Yani şu aralar bir tane roman ya da öykü yazsam iyi olur diye başlamıyorsun. Hayatta kafana taktığın şeyler, meseleler seni yazar yapan temel takıntıların, temel meseleleri yazıya dökmek istiyorsun ama biçim arayışı ya da estetik yönelim türler konusunda bir iç yönü kazanmayı gerektiriyor. Bu yüzden de yola çıktığımdan bu yana yaptığım işlerde kendimi huzurlu hissettim. Bu konuda kıymet verdiğim ağızlardan çok güzel sözler duydum. Değerlendirmeler aldım. Bu uğraşlar içerisinde bazı problemleri ben de yaşadım. Ama okur her zaman elimden tuttu. Şiirimi de, öykümü de, romanımı da sevdi. Oyunlarımı da sevdi.
‘Bir dönem edebiyat sadece roman olarak anlaşılmaya başlandı’
Ama şey çok önemli bazı okurların şiire daha çok ilgisi vardır. Bazı okurlar sadece kısa öyküden zevk alır. Ama günümüzde şöyle bir yanlışa saplandık; Edebiyat sadece roman olarak anlaşılmaya başlandı. Yani romanın endüstrileşmesi bazı kalemleri illa da roman yazmaya yönlendirdi. Birçok kısa öykücüyü 70’lerde romanın çok öne geçmesiyle beraber öykücü olarak kaybettik. Ama romancı olarak da kazanamadık. Yani bazı yazarların yazdıkları kuvvetli öyküler kadar, kuvvetli romanlar yazmadıklarını düşünüyorum. Bunu şunun için söylüyorum; Sizi gündemin maddeleri ya da gündemin algısı yönlendirmemeli. Siz sağduyunuzla, iç görünüzle, kendinize seçtiğiniz ne ise onu sonuna kadar yaşamalısınız demek istiyorum. Özellikle genç kuşak yazarlara, yazma heveslilerine.
‘Ben özünde tematik yazarım’
Önceki kitaplarınızda karakterleriniz bir sonraki kitapta yer alacakmış gibi tüyolarını veriyorsunuz. Sonraki kitabı bir öncekini yazarken kurguluyor musunuz?
Çoğunlukla hayır. O öykünün, metnin uzayında yaşarken bunu ilerde de şöyle yaparım gibi bir devamlılık gözettiğim yok. Yalnız yapıtın bir yerinde diyelim aklıma geliyor ya da sonrada aklıma geliyor. Bir tür süreklilik ve kendi içinde göndermeler katmanı kurmayı seviyorum. Çünkü ben özünde tematik yazarım. Tema yazarıyım. Tema taşıyıcıları var. Başka bir öyküde benzer bir karakteri biraz fasonlaştırmak biraz konfeksiyona dönüştürmek yerine eskiden zaten kotarmış olduğum, figürünü çizmiş olduğum bir karakteri, tipi, motifi duruma göre bir sonrakine taşımakta, hem zihni sürekliliği sağlamış hem de kendi yazarlığınız içinde sürekli bir tematik yazarlık kazanmış oluyorsunuz. Bu tür metin için göndermeler, metin içi şakalar diyebileceğim küçük oyunlar okurun da hoşuna gidiyor. Çünkü tanıdık geliyor. Başka bir öyküde karşısına çıktığı zaman bir aşinalık, bir tanıdıklık duygusu hikâyeye ayrı bir inandırıcılık kazandırıyor. Mesela ‘995 km’ son romanımdaki bir karakteri daha sonra başka bir romanda karşınıza çıkacağını nerdeyse son anda karar verdim. O karaktere sonrasında yer alacağı kitabın bazı ipuçlarını yerleştirdim. Yani okuduğunuz zaman o ipuçları size bir şey ifade etmeyecek. O karaktere ait bir bilgi olarak ifade edecek ama daha sonra ben o romanı bitirdiğim zaman o ipuçları yerini bulacak. Yani metin içi göndermeleri sevdiğim gibi galiba bu tür oyunları da seviyorum. Çünkü edebiyat da aslında bütün sanat türlerinde olduğu gibi bir oyun. Sadece ne kadar iyi oyuncu olduğunuza bakıyor.
‘Edebiyat rekabet kaldıran bir alan değil. Çünkü bir okur sadece seni okumaz’
Özellikle seçkileriniz okuyucularda karşılık buluyor. Seçkiler sizin için ne ifade ediyor?
Bir kere keyif alıyorum. Zevk alıyorum. Edebiyat aynı zamanda bir haz işidir. İşimi çok seviyorum. Benim edebiyatçı yazar olarak ortaya çıktığım yıllarda tanık olduğum bir şey vardı. Edebiyatlar çok yarıştırılırdı. Hep kıyaslanırdı. O rekabetçi kültürü horoz dövüşü sanan bir toplum olmanın getirdiği bir şey galiba. Ben kendi adıma şunu çok sevdim. Aslında edebiyat rekabet kaldıran bir alan değil. Bir okur sadece seni okumaz. Bir okurun farklı yazarları, farklı atmosferi farklı dünyalara ihtiyacı vardır. Bu aynı zamanda okura çok genli bir bakış açısı sağlar. Ben istedim ki benden önceki kuşak yazarların ya da genç kuşakların bazı iyi verimleriyle okuru tanıştırayım. Okurumu beni okuyanları, ismimden ötürü beni seçenleri başka adreslere, başka kapılara başka iyi kitaplara yönlendireyim. Onları da tanısınlar. Bu aynı zamanda oradan aldıklarıyla bana daha zenginleşerek dönmelerini sağlar. Bununda okur katında karşılığını gördüm. Genç yazarlara destek olma konusunda olsun, geçmiş bazı yazarları keşfettirmek konusunda olsun okur bunun kıymetini bildi. Bir de seçtiğim temalar okura yakın temalar geldi. Tematik seçkiler hazırlıyorum. Mesela bir Dersim hikâyesi Dersim olayına, Dersim kırımına bir göndermeydi. Onun üzerine tasarlanmış bir kitaptı. Çok zaman aldı ama çok iyi bir şey ortaya çıktı. Dersim hikâyesi Japoncaya çevrildi ve Japonya’da yayınlandı. Şimdi de sürdürüyorum ama uzun zamana yayılıyor.
‘Ben yalnızca bir yazar değilim. Bu toplum içinde kültür figürüyüm de.’
Bazılarını Milli Eğitim Bakanlığı müfredata aldı. En çok edebiyat öğretmenlerinden geri dönüş alıyorum. Öğrencilerine okuttuklarını söylüyorlar. Farklı türlerde yazan bir yazar olmamdan söz ettiniz. Bunun aynı zamanda başka bir boyutu daha var. Ben yalnızca bir yazar değilim. Bu toplum içinde kültür figürüyüm de. Bu toplumun sosyolojisiyle çok ilgilenen, sanat türleriyle ilgilenen, farklı sanat disiplinlerine ilgi duyan o konuda da okuyan, düşünen denemeler yazan biriyim. Şarkı sözü yazıyorum. Sinemaya da ilgim biliniyor. Böyle olunca sizin denemelerinize, sizin yazılarınıza gösterdiği dikkat ve özeni okur seçkilerinize de gösteriyor. Sizin seçtiğiniz bir şey kıymet kazanıyor. Bana güvenen ve inanan okurun gözünde. Bu benim hoşuma gidiyor ve bu beni doyuruyor. Ben de günün 24 saatinde okumaya ayırdığım vakit içinde sadece yüksek edebiyat kitapları okumuyorum. Farklı sesler, farklı sözler, farklı dünyalar, farklılığı önemsiyorum. Bu anlamda kültürel demokrasiyi önemsediğim için zenginleştirici buluyorum. Seçkilerde bir ölçüde bunu yapmaya çalışıyorum. Onun üstüne spot tutuyorum. O spot üstünden okunsun istiyorum. Mesela tren geçti öyle bir şeydi. Bu konudaki ilgim sürdükçe, hayat elverdikçe seçkileri de yazarlığımın sonuna kadar sürdürmek niyetindeyim.
‘KAMERAYI KATİLİN OMZUNA YERLEŞTİRDİM’
Son kitabınızda katilin omzunun üzerinden anlatıyorsunuz. Bu şekilde bir anlatış sizi nasıl etkiledi?
Zoru seçtim. Genelde hayatta zoru severim. O da bir temaya karara vermekti. Adına faili meçhul denilen cinayetlerin faillerinin bu kadar belli olduğu bir coğrafyada gene faili meçhul kılarak eser yazmak aslında sistem içi düşünmek gibi geldi bana. Bu yüzden de bakın fail başrolde faili biliyoruz. Ama siz de biliyorsunuz. Buradan okuyalım. Yani gerçekleri saklamanın, örtmenin, halı altına süpürmenin, üstüne toprak atmanın tarihi olarak okuyabildi. Özellikle yanından seçtim. Tabi katilin gözünden anlatmanın edebiyatta şu tür bir tuzağı vardır; ben öyküsel anlatı dediğimiz, ben ağzını kullanarak yazacağınız için okurla katil arasında istemezliğiniz bir özdeşlik ilişkisi kurulabilir. Onun getireceği gerilimi çözmek kolay değildir. Çünkü ben diye başladığınız zaman ister istemez insani olarak yakınlık kurarsınız. Ben onu ‘O’ yaptım. Üçüncü tekil şahıs yaptım. Ama kamerayı onun omzuna yerleştirdim. Tabi ki bu zor. Bir şekilde katilin yanından takip etmenin getirdiği bir mesafe darlığı da söz konusudur. Orada açıkçası burada yazarlığıma güvendim. Okur katında da o mesafeyi nasıl korumam gerektiğini iyi bilirsen amacına ulaşır, kitabı istemiş olduğum gibi okuruma okuturum diye düşündüm. Ama bu bir yük yükledi mi fazladan? Evet yükledi. O da kendine çalıştı. O da kendine meydan okumaydı.
Şu ana kadar geri dönüşler, yorumlar, ilk okuyanların ilk tepkinin bu konuda sınıfı geçtiğimi gösteriyor. O mesafe iyi geldi. İnsansal bir şey kuruyorsunuz çünkü. Hatta biraz daha uzaktan bakarsanız katilinde bir tür sistem kurbanı olduğunu görüyoruz. O’na da bir vurgu getirmiş oluyorsunuz. Ama katilin adı dâhil, fiziği dâhil her şeyi saklamak bir ironiydi.
‘KİTAP BELLİ OLANLA MEÇHUL OLAN ARASINDA BİR İRONİ’
Kitap aslında bir ironi üstüne kuruludur. Bu meçhul olanla belli olan arasındaki ironi olsun, örtülen, saklanmaya çalışılan, biliniyor olan ama susulan pek çok katmanda başka bir yerden ayna tutmaya çalıştım. Ne anlattığım cinayet bire bir herhangi bir cinayet, bilinen bir cinayetten yola çıkılmış olsa bile farklılaştırılmış, sadeleştirilmiş cinayet olarak yer alıyor. Bu anlamda katil de kahraman da bizim edebiyat tarihimizde eşine pek rastlanmış kahraman değil. Farklı bir kahramandır. O da yeni bir meydan okuma oldu açıkçası. Kendime meydan okuma oldu. Sanıyorum ilk okuyanlardan aldığım tepkiler amaçladığımı gerçekleştirmiş olduğumu düşünüyorum. Artık bundan sonra ben oradan çekiliyorum. Kitapta bu kadarını yaşıyor okurlar. Kitapla okumaya devam edecekler. Ben buradan kalkıp başka bir kitap yazmaya gidiyorum.
‘HAFIZASI ZAYIFLATILAN BİR TOPLUMUZ’
Bu kitap ışığında hafıza ve unutma üzerine ne söylemek istersiniz?
Hafıza öteden beri hafızası zayıf ve zayıflatılan bir toplumuz. Son 20 yıldır bütün uygulamalar hafızayı silmeye yönelik, geçmişi sürekli örten geçmişiyle yüzleşmekten kaçan bir toplumda yaşadığımızı defalarca çeşitli söyleşilerde dile getirdim. Bu anlamda hafızayı dirilten her tür etkinliği çok önemsiyorum. Sözlü tarih çalışmaları, belgeseller, yazılan kitaplar, araştırmalar, araştırmacı gazetecilik adı altında yapılan çalışmalar ve birtakım kurumların arşiv çalışmalarına çok kıymet veriyorum. Bunlar her zaman hafızamızı, aslında toplumsal Alzheimer yaşıyoruz senelerdir. Bilerek Alzheimer’e de itiliyoruz. Farklı kesimler de bir dürtüsel olarak, tarihi kendisiyle başlatmak eğilimi var. Tarih yeniden başlatılmaya çalışılıyor. Bunun için de ilk yapılacak şey geçmişi unutturmaktır. Hayır. Geçmişe takılıp kalmamak gerekiyor. Geçmişi yeniden üretmemek gerekiyor. Hatta geçmişin acılarından ve ağrılarından marazi bir haz üretmemek gerekiyor. Serin kalma yani aklın serin suları içerisinde bütün yaşananlara nesnel bakmak gerekiyor. Nesnel tanımlamak gerekiyor. Hatta tarihte doğru yerine oturtmak gerekiyor. Ve ona göre şimdiki zamanı ve gelecek tasavvurunu kurmak gerekiyor. Gene birbirine bağlı hatlar üzerinde gidecek olursa geçmişi unutan bir kuşak geliyor. Hatta bilmeyen, yakın tarihi hiç bilmeyen bir kuşak geliyor. Ama daha da tehlikelisi kendi gelecek tasavvuru olmayan hayalleri elinden alınmış bir kuşak geliyor. Daha önce de birkaç söyleşi de dile getirdim kendi kuşağımdan örnek verdim. Biz yarın duygusuyla yaşadık gençliğimizi. Yarınlarımızı elimizden almaya çalıştılar. Geçmişin belli birikimlerini anılarını unutmayalım ama oraya saplanıp kalmayalım. Onu marazi bir dövünme tarzı, bir ağıt gibi yaşamayalım. Bir bilge olarak yaşayalım. Hafızayı diriltmek; duyguyu diriltmek demek değildir. Hafıza bilgiyi diri tutmak için önemlidir. Bu aynı zaman da bize nasıl bir gelecek tasarlıyor, nasıl bir yarın hayali kurduğumuzu belirleyen bir ana zemin oluşturuyor. O ana zemin aslında şimdiki zamandır. Şimdiki zamanı yaşayarak doğru bir gelecek tasavvuruyla kendimizi konumlayarak önümüz bakmanın yollarından biri de kültür ve sanattır.
Tigris
- Sanatçıların 'kötülükleri' iyi eserlerini sevmeye engel mi?
- Diyarbakır Surları'na dair
- Tara Mamedova’nın hüznü, Lîlav
- Moskova Kürt Film Festivali başladı
- Karın altında bereketli bir toprak: Zazaca (Kırmancki)
- Zazaca yayıncılık yok mu oluyor?
- Rojhılatlı Kürt yönetmen BKM'ye açtığı davayı kazandı
- İki “boran” arasında
- Deng dergisi'nin 135. Sayısı Çıktı
- Leyla Bedirhan'ın sanat yaşamının 100. yılı