yazarlar makaleler
Elif Gökçe Aras: Hayatınız yalan
4/20/2024

AKP bir kelime olsaydı hangi kelime olurdu diye sorsalar, cevabım “yalan” olurdu. AKP iktidarı, yalanın iktidarı. AKP kafası deyince çoğumuzun zihninde bir dolandırıcı tipi belirmiyor mu? İstediği şeyi bir şekilde alabilmek için su içer gibi rahatlıkla yalan söyleyebilen, bunu yaparken asla yüzü kızarmayan, iki saniye olsun teklemeyen insan tipi. Tam bir profesyonel yalancı çoğu. Laf ağızlarından çıkarken daha yalan kurgulanmış olarak çıkıyor, yani düğmeye bastığınız anda ürün hazır. Üzerinde çalışmasına gerek yok. Zihni zaten yalan düşünüyor ve yalan üretiyor.

Meşhur bir kalıp bulundu her konuda icat ettikleri yalanlarla ilgili. “Zam demeyelim de fiyat güncelleme diyelim” şeklinde AKP diliyle dalga geçmeye başlamıştık. Hakikati kafasına göre büken, buna inanmayanları da yine yalanlarla yaftalayan bir insan tipi peyda olmuştu. Biz bu tipi öyle kanıksadık ki, istedikleri kadar yalan söylesinler, biz işin doğrusunu tahmin edebiliyoruz. Bu yüzden “yemin edebilirim ama ispatlayamam” diye başka bir kalıp icat ettik. Çünkü belgesinden, bilgisine, amirinden, memuruna, partilisinden cumhurbaşkanına kadar herkes yalan söylediği için elimizde ispat edecek bir veri ortaya çıkana kadar tek veri, yalan söylediklerinden emin olduğumuz gerçeğiydi. Hemen hepsi tornadan çıkmış gibi aynı insan oldukları için davranış kalıplarını da ezber ettik ve bunlar şu yalanı söylüyorsa öyleyse kesin şunu yapmışlardır diye mantık kurma pratikleri geliştirdik. Öyle ki bizim yalan ayıklama mekanizmamız daha çok alıcı bulduğundan rende binası Dezenformasyon Bülteni çıkarmaya başladı. Hay Allah ya, dezenformasyonu yayan bülten gibi olmuş ama bunun ismi? E gerçekten de öyleydi, Allah söyletmiş demek.

Peki, yalan iktidarının insanları yalan düşünüyorlar da doğru mu yaşıyorlar acaba? Tepeden tırnağa tüm hayatları da yalan olmasın? Hayatlarının her anında kendilerini ve etraflarını sürekli kandırıyor olmasınlar? Bir türlü hakikate temas edemedikleri için böyle yaşamaktan başka türlüsünü bilmiyor olmasınlar? O altın varakla kaplama koltuklar, içi başka, dışı başka dünyalarını çok iyi yansıttığı için mi tercih edildi bu dönem çokça acaba?

Geçenlerde Hasan Can Kaya’nın programına konuk olan başörtülü bir genç kadının videosu düştü sosyal medyaya. Kadın videoda barlara gittiğini, giderken de başını açtığını anlatıyor, sonra da “Bunu yayınlamazsınız değil mi?” diye soruyor. Daha önce yazılarımda sıkça kullandığım bir mottom var. “Muhafazakârların dünyasında gizlice yaptığınız müddetçe hiçbir suçun, günahın vebali yok. Hakikati açıkça faş etmek günahtır bu düzende.”

Bir zamanlar, dinden uzaklaşmaya başladığım ama henüz ne yapıyor olduğumun farkında olmadığım dönemlerde, yolumu el yordamıyla bulmaya çalıştığım dönemlerde yani, sürekli kendimi denetlerdim. Nerede, ne zaman, kime, ne kadar yalan söyleyebilirim? Çünkü diğerlerine yalan söylemek bir yerden sonra mecbur kaldığınız bir şeydi bu hayat düzeninde. Diğerlerine söylediğim yalanlar önemli değildi ama kendime asla yalan söylememeliydim. Eğer kendime yalan söylersem, işte o zaman kaybolur, kendimi tanıyamaz hale gelirdim yeniden. Zaten böyle bulmamış mıydım kendimi? Yalanlardan arına arına. Yeniden kaybolmamak için kime ne oranda yalan söylediğimi bilmem önemliydi. Ve o zinciri kırabilmek yani yalan söylemeden kendim olabilmek için kontrollü bir şekilde yalan söylemeyi bırakmak zorundaydım. Yani o dünyadan çıkmak, yalancılıktan da soyunmayı gerektiriyordu.

Çok enteresan değil mi? Dürüstlük dini diye itelenen yaşamın yalanlarla dolu olması. Daha en temelinden bir yalana inanıyor olduklarından ileri geliyor olmasın bu kolaylıkla yalan söyleme yeteneği? Yani, örneğin peygamberler en büyük yalancılardır belki hı? Ve onlar adına rüyayla, ilhamla hüküm bildiren hocalar? Hani, içten içe hepsi de biliyordur belki görünmeyen tanrının aslında yok olduğunu? Bu yüzden kolaylıkla günaha girebiliyor ancak toplumla yaptıkları gizli sözleşmeye uygun olarak kimseye hakikati itiraf etmedikleri müddetçe sorun yaşamayacaklarını kabul ediyorlardır. Aslında bir yalan sözleşmesi var toplumumuzun. Bizi birleştiren harç yalan maalesef. Kimse hiçbir şeyi açıkça konuşmak ve tartışmak istemiyor. Bu yüzden de her meselenin üzeri örtülüyor ve çözümü erteleniyor. Başını duvara vuran çocuğu susturmak için çocuğa dikkatli yürümeyi öğretmek yerine duvarı döver ya hani büyüklerimiz, hep bundan işte bir türlü başımıza gelenleri doğru dürüst analiz edip çözemeyişimiz.

Hayatları boyunca büyük bir yalanla hayata tutundukları için, yalan olmadığı müddetçe hiçbir şeye inanamıyorlar. Bir yalan ne kadar büyükse, o kadar kolay inanıyorlar. En yakınları dahil, hiç kimseye güvenmiyor, herkese ve her bilgiye paranoyakça yaklaşıyorlar. Hakikatin altında hep, hakikatin haricinde başka şeyler arıyorlar.

Avrupa sinemasında bana en tuhaf gelen şey, karakterlerin her şeyi nasıl da açıkça en ince ayrıntısına kadar analiz edip konuşabildikleriydi. Bizim iletişim yöntemimiz ise konuşmamak üzerine kurulu. Yutmak, affetmek, susmak, unutmak üzerine kurulu bir düzen. Ya yalan söyleyerek düzeni devam ettirecek, yahut hakikati faş edip her şeyi yakıp yıkıp gideceksiniz. Hakikati haykırdıktan sonra yaşayamayacağınız bir düzen. Ben de aslında tam olarak bunu yapmaya çalışıyorum biliyor musunuz? Hem hakikati faş edip hem de gözlerinin önünde durmak, gülümsemek ve “Her şeye rağmen hâlâ beni seviyor musunuz?” diye sormak istiyorum. “Evet” cevabını duyana kadar bu soruyu sormaya ve muzırlık yapmaya devam edeceğim.

Avrupa halkları ahlâkı herhangi bir şeye dayanmadan doğrudan insana yaraştırarak tesis etti. Bizimkiler, Avrupalının hayatını görünce “Onlar bizden daha Müslüman” diye bir cümle icat ettiler. Sakın daha Müslüman değil de daha ahlaklı olmasınlar? Ahlaklı davranmayı dünyanın en haklı dinine inanan Müslümanlara yakıştırıyorlar. Hâlbuki yalanlara sarılı, yalanlarla örtülü bir hayat yaşıyorlar.

Örtünmek, hep garip gelmiştir bana. Saçını, yani başı örtmek. Mahrem yerleri anladım da kadın, erkek fark etmeksizin başı örtmek, erkeğin sakalıyla yüzünü örtmesi gerektiğini emretmek, bana zihni ve kimliği örtmeyi imgelemiştir hep. Düşüncelerim bir sır perdesinin altında kat kat örtüler ardında gizli der gibidir örtünen kişi. Hür değildir saçlarım gibi başım da der sanki anladınız mı? Başı bağlı..

Başı bağlı, bizde evli kişiler için de kullanılır değil mi? Aslında kadını bağlar dindar erkekler erkek tanrıları sayesinde. Tıpkı babaya, ağabeye, kocaya itiraz etmez gibi boyun eğer kadınlar da erkek tanrılarına can-ı gönülden. Tıpkı erkeklerinin gözüne girmeye çalıştığı gibi gözüne girmeye çalışır erkek tanrısının da. Bu yüzden kendilerinden olan başı bağlı kadınlar kutsalken, başı bağlı olmayanlar ortalık malıdır muhafazakâr erkekler için. Her an kullanıma açık imgesi var beyinlerinin kökünde çünkü. Bu yüzden başı açık olana kolaylıkla namussuz, “sahipsiz” damgası vururken, onlara kolayca küfrederken, hakaret etmek istediklerinde pazarda satılan bir cariyeyle konuşur gibi konuşurken ifşa ediyorlar beyin köklerini.

Başörtülü kadınlar, laiklik hummasına tutulmuşlar gibi türbanlı diye tarif etmez kendilerini. Tek bir başörtülü kadından dahi duymadım türbanlı lafzını, erkekten de. Başörtülü yahut “kapalı” derler. Kapalı. Neye kapalı acaba, kime kapalı? Hangi düşüncelere, eylemlere, insanlara, fikirlere kapalı? Açılınca kime yahut hangi dünyaya açılmış oluyor o kadınlar?

Sana neden saldırmıyorlar diye soran çok oluyor. Sosyal Medyada başkaları benim attığım bir tweeti atsa yahut filanca köşe yazısını başkası yazsa anında linç edilecekleri cümleleri kurduğum halde asla hükümet trolleri, yahut dindarlar bana sataşmıyor neden? O dünyadan çıkmama rağmen en korktukları cümleleri açıkça yazıyorum da ondan. Alışmadıkları, nasıl tepki vereceklerini bilemedikleri ve bu yüzden hemen her konuda olduğu gibi görmezden gelerek kurtuldukları bir kara belayım ben. Hepsinin evinde benden en az bir tane var da ondan ayrıca. Daha önce başka yazılarımda da belirtmiştim. Muhafazakâr ailelerin her biri toprağın altında oyulmuş bir köstebek yuvası gibi. Her evde dinden dönen, zaten hiç dindar olmayan yahut hem dindar olup hem de gizlice “günahkâr” bir hayat yaşayan insanlar var. Bu yüzden onlar için ben görünmez olmalıyım ki, kapalı kapılar ardında olanlar, kapalı kapılar ardında kalsınlar. Görünürde kapalı olan kadınlar, kapalı olarak “görünmeye” devam etsinler. Kapalı olarak göründükleri müddetçe yani onların uygun gördüğü hayat tarzını yaşıyor “göründükleri” müddetçe sorun olmadığını düşünüyorlar. Onlar hâlâ onların kadınları olmuş oluyor böylelikle.

Dindar bir insanken, olduğu gibi görünmeyen başörtülü kadınlara çok öfkelenirdim. Hem örtülü olup hem tayt giyenlere, aşırı makyaj yapanlara, örtülü olduğu halde hiçbir dini vecibeyi yerine getirmeyenlere öfkelenirdim. Öyleyse aç başını derdim. Dindarken üzerimde uygulanan baskının dini kurallar gereği olduğunu ve dindar olmayı kabul ettiğim için kolaylıkla baskı gördüğümü düşünürdüm. Dinden uzaklaştıktan sonra başımı açmanın hiç de kolay olmadığını gördüğümde, dindar olmamayı seçme şansımın olmadığını anladığımda, başı açık olmanın nasıl bir şey olduğunu deneyimlemek için ben de ailemden uzak olduğum zamanlarda ancak başımı açabildim. O zaman o kadınların çift karakterli hatta karaktersiz oldukları için değil, karakterlerini ortaya koyma şansı verilmediği için ikili bir yaşam yaşadıklarını anladım ve onlara öfkelenmek yerine üzülmeye başladım. Baştaki laf olsun diye takılan örtü dilediğiniz gibi giyinebilmek için gösterilen bir ruhsat gibiydi.

İran’dan yahut Arap ülkelerinden gelip havaalanı tuvaletinde başını açan kadınlar artık özenti değil, mağdur olarak görünüyordu gözüme. O kadınlara diledikleri gibi bir hayat yaşama imkânı verilmemişti ki. Dahası sadece kadınlar değil, o taassubun dışına çıkmak, baskıyı uygulayan tarafta olmak istemeyen erkekler de ait oldukları dünyadan kopmaya çalışıyorlardı. Yeni bir erkeklik tanımını normalleştirmeye, kılıbıklık olarak nitelenen, aşağılanan hanımcılık rolünü benimsiyorlardı göğüslerini gere gere.

Zor, zorlama ve yalanlarla dolu bir hayatı zorla yaşatmaya çalışanlar. Siz ömrünüz boyunca istemediğiniz bir hayatı yaşayıp, istemediğiniz insanlarla evlenip mutsuz olmadınız mı? Bıraksanıza artık, karışmasanıza yeni neslin hayatına ve kararlarına? Yani eninde sonunda sizden birilerinin mutlu olmasına izin versenize artık!!

Korkmayın, sizinkinden daha mutsuz bir hayat yaşamazlar. Mutlu olmalarını istiyorsanız tabi. Sahi siz ne istiyorsunuz? Ömrünüz boyunca duymak istediğiniz yalanlar söylenince içiniz rahat ediyor mu gerçekten? Yoksa hep o çok korktuğunuz kehanet bir gün sizin de başınıza gelince mi kuracaksınız çevrenize “bizim çocukta böyle” cümlesini?

O hayatın cümlesi, ne yaşarsan yaşa ama içinde yaşa. Hayır, açıkça yaşayın. Korkmadan, tövbe istiğfar etmeden gülün artık dünya gözüyle.

Medyascope

İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar