yazarlar makaleler
Ayşe Çavdar: AKP’nin tarihi, tutarlılık arayışı ya da bir döngünün sonu
4/22/2024

Siyasi iktidarlar da bütün canlılar gibi doğuyor, büyüyor, ihtiyarlıyor ve ölüyorlar. Ölmeden önce de —istisnası yok bunun— hafızalarını kaybediyorlar. Biz garibanlar olanca “local”lığımızla, siyasi iktidarlarda tutarlılık ararken onlara çocukluklarını hatırlatmak gibi beyhude bir takım işlere girişiyoruz. Oysa bizim hafızamızla, onlarınki aynı şekilde çalışmadığı gibi, bizim iktidarlardan beklentilerimizle, onların iktidarda olmaktan beklentileri arasında aşılmaz uçurumlar var. Biz kendimizce bir nevi “titre ve kendine dön” diyoruz siyasi aktörlere geçmişte neler söylediklerini, kimlere karşı, nasıl mücadeleler verdiklerini hatırlatırken. Oysa onlar iktidarları boyunca kendilerini, hakiki suretlerini edinmiş, bir nevi kendilerini gerçekleştirmiş oluyorlar. Zira kimse çocukluğundaki gibi kalmıyor. Çocukluk sıkıntılarla olduğu kadar vaatlerle de dolu bir dönem. Büyüdükçe katılaşmak, yaşlandıkça esnekliğini yitirmek, e tabii yaşam sevincini kaybetmek ve yok olup gideceği hissinin verdiği öfkeyle kendisinden sonraya kalacakları peşin peşin cezalandırmak, her insanın başına gelebildiği gibi, siyasi iktidarların da başına gelen acılaşarak ihtiyarlama alametleri. Sorun kendinize bakalım: Çocukken mi kendinizdiniz, yoksa zamanla, kullanabildiğiniz kadar güç elde edince mi kendiniz oldunuz? İşte başımızdaki siyasi iktidarın da elinde aşağı yukarı 30 yıldır biriktirdiği bir güç var ve o da bu güçle ancak şimdi kendi oldu, ya da, kendini buldu. Çocukluğunu hatırlatıp, “ah senin ağzın da ne güzel laf yapardı, ya şimdi ne haldesin?” deyip durmak, ondan bunca cehd ederek inşa ettiği kendiliğinden vazgeçmesini istemekten farksız. Fakat bu iktidarın şimdi hayatının neresinde olduğunu görmek ve göstermek için hatırlatabiliriz o çocukluğu. Bu, çocuklukla ihtiyarlık arasında tutarlılık arayıp, henüz oluşmamış bir kendiliğe pozitif anlamlar yüklemekten daha siyasi bir hatırlama pratiğidir. Çünkü ihtimalleri öngörmemize, katılaşan kendiliğin parçalanma sürecine hazırlık yapmamıza yardımcı olur.

Yerel seçimlerden bu yana yapılan kimi tartışmalar beni aldı taaa 1990’lara, eski Türkiye’ye götürdü. Değişen değil de değişmeyen şeyleri hatırladım gayrıihtiyari. Kelime kelime başlıklar geldi gözümün önüne. Bir tür déjà vu yaşadım sanki… Bana öyle geliyor ki, o zaman başlayan bir döngü şimdi tamama eriyor.

En çok kent lokantaları tartışmasına takıldım. Çünkü merkezin bıraktığı sosyal adalet boşluğunu sadece sembolik olarak doldurabilecek, onbinlerce kişinin ucuz yemek ihtiyacını karşılasa da, gıdaya erişememe sorununu çözemeyecek bir girişim aslında o lokantalar. Bir siyasi ekibin, “aklımdasınız, sizi unutmuyorum, yanınızdayım, karnınızdaki gurultuyu duyuyorum” mesajından ibaret. Karındaki gurultunun sebebi ise, merkezi iktidardaki başka ve artık ihtiyarlamış bulunan bir ekibin ülkenin kaynaklarını yönetme, sarfetme ve dağıtma siyaseti. Sembolik diyorsam önemini azaltıyor değilim, aksine… Asıl sorunu çözmese de, adını koyuyor o kent lokantaları. Sofra kuruyor, insanları yan yana getiriyor, buluşturuyor o sorunu düşünmek ve konuşmak üzere. Bir hal çaresi bulunabileceği hissiyatını da veriyor.

ayyip Erdoğan da, bugünkü kadar büyük ve süreğen olmasa da, ritmik ekonomik krizlerin ve toplumsal çatışmanın hırpaladığı bir dönemde bu hissiyatı verme becerisi göstererek yükselmişti siyasette. Şimdi kent lokantalarını beğenmemesine bakmayın, gideceği yerlerde o lokantaları görünmez kılacak tedbirler almasından anlayabilirsiniz bu yerlere gösterilen rağbetin sebebini gayet iyi bildiğini. Onun kendi siyasi tarihinde de benzer bir girişim vardı zira. Kendinden öncekilerin ellerinden aldığı köşklerde “Mehmet Efendi”lere 1 milyon liraya (henüz sıfırları atılmamış lira) kahvaltı ısmarlıyordu.

Hadi gidelim o yıllara ve görelim neler olmuş…

Erdoğan, 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne başkan olarak seçilmesinin hemen ardından, hatta belki de ilk işlerinden biri olarak Çelik Gülersoy’un bir dönem başkanlığını, daha sonra onursal başkanlığını yaptığı Turing’le amansız ve uzun süren bir mücadeleye girişir. 1982 yılında yapılan bir protokolle Turing’in kullanımına verilen Malta ve Çadır köşklerini (başka yapılar da söz konusu ama uzatmayayım şimdi, karışık hikâye) tekrar belediyenin kullanımına geçirmek içindir bu uğraş. 1994’te süresi biten protokol, Turing’in köşklere iyi bakmadığı ve değerince kira vermediği gerekçesiyle uzatılmaz. Aslında arada Erdoğan, Turing’in makul bir kira önermesi karşısında tutumunu gözden geçireceğini söylese de mevzunun bu olmadığının herkes farkındadır. Asıl hedef, içkili restoran olarak hizmet veren bu yapıları yeni başkanın ve partisinin İstanbul’un mütedeyyin ve yoksul kesimlerinin hizmetine sunmak, böylece onlara esaslı bir vaatte bulunmaktır: “Sizleri köşklerde, saraylarda hem de ucuza yaşatacağım.”

Nitekim Gülersoy, 20 Aralık 1994’te Milliyet Gazetesi’ne verdiği bir demeçte: “Belediye yönetimine, dünya görüşü farklılığı gözetmeden dost elini uzattık. Bir miktar kullanım bedeli artırımına varız. Bir kısmını iadeye de hazırız, dedik. Biz buraları dünya çapında meşhur ettik… Biz çıkarsak… gelenler farklı görecek, dedik. Ama onları sadece kira bedelleri ilgilendirdi” diye özetler kendi açısından süreci. Aynı haberde Erdoğan’ın demecine de yer verilir: “Milletin malına sahip çıkıyoruz diye adamlar feryat ediyor. Biz Gülersoy’a kırgın değiliz. Uygun bir kira bedeli olursa yine onunla devam ederiz. Tesisler belediyenin işletmesine geçerse içki yasağı uygulanacak. Bu yerlerin hatırlı kişilere verileceği iddiaları da doğru değil.”

Mesele aylar boyunca çözülemez. Arada genel seçimler yapılır (24 Aralık 1995). Erdoğan’ın da mensubu olduğu Refah Partisi birinci parti olarak çıksa da koalisyon kuramaz. Anavatan ve Doğru Yol partilerinin oluşturduğu Anayol koalisyonunun en büyük dertlerinden biri Erdoğan’ın İBB başkanı olarak ortaya koyduğu performanstır. Nitekim dönemin başbakanı Tansu Çiller Bakanlar Kurulu’nu devreye sokarak Tayyip Erdoğan’ın yetkilerini kısıtlamanın yollarını aramaya başlar. Milliyet Gazetesi bu haberi “İstanbul Operasyonu” başlığıyla duyurur (20 Ocak 1996). “İstanbul’un sorunları bir devlet bakanlığına bağlı İstanbul Dairesi yetkisi içerisine sokulacak. Böylece İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tepki toplayan uygulamalarının önü kesilecek. Turing işletmeleri üzerindeki belediye baskısı, belediyeye bağlı tüm tarihi eser ve köşklerin sorumluluğu Kültür Bakanlığı’na verilerek aşılacak. Yapı polisi ekibi oluşturulacak. Özel koruma birimleri kurulacak.” Çiller’in bu girişim kısa zamanda olgunlaşır ve İstanbul Yasası diye bir tasarı çıkar ortaya.

Ah ah! İnsan düşünmeden edemiyor. Çiller’in hayalini gerçekleştirmek, tek bir “İstanbul Yasası” ile değilse de pek çok yasa ve düzenleme aracılığıyla Tayyip Erdoğan’a, belediye başkanlığında değil ama başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemlerde nasip oldu. Yalnız İstanbul’un değil, bütün belediyelerin yetkilerini tırpanlayıp onları neredeyse felç ederek, özellikle planlama yetkisini merkezde toplayarak gerçekleştirdi bu rüyayı.

Oysa o dönemde merkezi idarenin yerel yönetimlerin yetkilerini sınırlandırma girişimlerini “politik terör” olarak nitelendirecek kadar radikal bir yerelciydi. Bu defa Yeni Şafak Gazetesi’nden bir haber aktarayım, müellifi Taha Erbil. Tarih 2 Mayıs 1996, Anayol koalisyonunda işler iyi gitmiyor. Hemen bir spoiler vereyim. Bu koalisyonun dağılmasından ve Refahyol hükümetinin kurulmasından sonra hava tamamen değişecek elbette. Ama hemen öncesinde vaziyet şu: “27 Mart’tan (yerel seçimlerden) önce yerel yönetimleri güçlendirme vaatlerinde bulunan hükümetin özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne karşı uyguladığı politika tepkiyle karşılanıyor. Başkan R. Tayyip Erdoğan, hak ettikleri 42 trilyonluk kaynağın kesilmesini de gerekçe göstererek merkezi hükümeti ‘politik terör’ uygulamakla suçluyor.”

Haberden Erdoğan’ın o günlerde “İstanbul’u cezalandırmayın” başlıklı bir yazı yazdığını anlıyoruz. Şunları kaydetmiş mezkûr yazısında: “Merkezi hükümet bize karşı adeta politik terör uygulamıştır ve başarısız olmamızı sağlamak için ellerimizi ve kollarımızı bağlamak yoluna gitmiştir. İstanbul’un çok büyük ve ağır sorunlarını çözmenin uğraşı içinde bulunan belediye yönetimine destek olmak, hiç kuşkusuz merkezi hükümetin görevidir. Bu yüzden diyoruz ki, politik mülahazalarla İstanbul’un geleceğini karartacak politikalardan bir an önce vazgeçilmelidir. Özellikle İstanbul Yasası gibi yerel yönetimin iradesini hiçe sayan ve bir kısım yetkilerini merkeze devretmeyi öngören antidemokratik yasalar çıkarma girişiminden vazgeçmek gerektiğini önemle vurgulamak istiyoruz.”

Konu bütünlüğünü sürdürebilmek için zaman içinde bir ileri bir geri zıplamak durumunda kalıyorum. Tam bu yerde, İBB başkanının imzalı yazıyla halka ve diğer siyasi aktörlere seslenme ihtiyacı duymasının sebebini de hatırlamamız iyi olur sanki. 15 Mayıs 1995 tarihli Milli Gazete’de İhsan Kılıç imzalı minik bir yazıya uğrayacağız. Sol üst köşesinde bu defa dönemin ünlü Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın “hükümet üzerimizde devlet terörü estiriyor” başlığıyla verilen serzenişi var. Erdoğan’ın yukarıda aktardığım sözlerini daha sert bir dille, belli ki ondan önce dile getirmiş Yıldız. İhsan Kılıç ise Refahlı belediye başkanlarının dönemin ana akım medyasından gelen davetlere olumlu cevap vermelerinden yakınıyor: “Mevcut televizyon stüdyolarına gidip sorgulanmaya, canlı yayın adı altında hakaretleşmeye gerek olmadığını artık bilmemiz gerektiği, son 6’ıncı Kanal Pusula programında ortaya çıkmıştır…. Onların çağrısı üzerine, televizyonlarında, programlarına katılmak, onların ekranlarını saf ve temiz insanlarımızı desteklemeye ve seyretmeye sevk etmek anlamına da gelebilir.” (Doğrusu güzel taktik.)

Derken, Anayol koalisyonu dağılır, 28 Haziran 1996’da Refahyol hükümeti kurulur. “İstanbul Yasası” tasarısının müellifi Tansu Çiller artık başbakan yardımcısıdır. Refahyol’un ilk işlerinden biri yerel yönetimlerin yetkilerini artıracak adımlar atmaktır. Erbakan ve ekibi, merkezi idaredeki ilk yıllarında Erdoğan ve ekibinin de yaptığı gibi, her an bir müdahaleyle karşılaşabileceklerini ve ancak yerel seçimlerde daima avantajlı olacaklarını düşündükleri için, hazır dizginler ellerindeyken yerel yönetimleri güçlendirme işini ele alırlar. Milli Gazete’nin 24 Ekim 1996 tarihli nüshasında “Mahalli idarelerin yetkileri artırılıyor” diye müjdelenmesinin sebebi budur. RP’li belediye başkanları Ankara’da toplanır ve Mahalli İdareler Kanunu’nda yapılacak değişiklikleri tartışırlar. RP’nin Meclis Grup Başkanvekili o dönemde Temel Karamollaoğlu’dur. Devletin yeniden yapılanmasında yerel yönetimlerin büyük önemi olduğunu kaydeder. Ona göre mahallinde alınması gereken birçok karar, partizanlık, şahsi çıkarcılık, vatandaşa ve devlet memuruna güvensizlik yüzünden merkezileştirilmiş ve her işi olması gerekenden daha maliyetli kılmıştır.

Merkezi idarenin, RP’nin kurucusu olduğu bir koalisyona geçmesiyle birlikte Erdoğan da nihayet köşkler konusundaki emellerine ulaşır. Önce sıkı bir tadilat yapılır. Çatı altları, elektrik aksamı, kapı-pencere doğramaları, bazı duvarların sıvaları yenilenir. Ardından halkın kullanımına, dönemin başbakanı ve RP genel başkanı Necmettin Erbakan’ın da katıldığı bir törenle açılır köşkler. 30 Eylül 1996 tarihli Milli Gazete tam sayfa ayırır bu gelişmeye: “Bizim hükümetimiz halkın hükümeti. Bu eserleri halkın hizmetine sunmaktan mutluluk duyuyorum” der açılışta Erbakan. Haberin başlığı “Köşklere artık Mehmet Efendi de girebilecek” diye atılmıştır. Bu başlığın manasını kavramak için gidip birkaç yıl sonrasının İstanbul Bülteni’nde verilen bir ilana göz atmamız gerekir.

İlanın yayınlandığı İstanbul Bülteni’nin tarihini not düştüğüm yeri bulamadım ama bir şekilde fotoğrafını buldum gördüğünüz gibi. 1999 yılının Ağustos ayından diye hatırlıyorum. Önce spota bakalım: “Büyükşehir Belediyesi tarafından dört yıl önce devralınan tarihi köşklerde yılda yaklaşık 600 bin kişi ağırlanıyor. Mükemmel servisi ve toplumun her kesiminin yararlanabileceği fiyat uygulaması ile beğeni toplayan BELTUR, geçen yıl, ISO 9002 uluslararası kalite standardı belgesi aldı.”

Fikri kendileri de hayata geçirdiklerine göre “Kent lokantası” adından hoşlanmadılar diye gelmiyor değil aklıma. BELTUR, tam da kent lokantalarının bugün gördüğü işlevi görsün diye kurulan bir belediye şirketi zira. Tekrar 1996’ya dönelim. O haberin fotoğrafı yok elimde, Milliyet Gazetesi’nin arşivine de tekrar giremedim, girilemiyor zira… Ama notlarımdan birkaç cümlesini aktarabilirim. 3 Aralık 1996 tarihli Milliyet Gazetesi’nden Arife Avcu imzalı haberin başlığı “Refah usulü brunch.” Şöyle devam ediyor: “Hafta içi restoran olarak hizmet veren Malta Köşkü’nde Cumartesi ve Pazar günleri halk günü uygulaması başlatıldı. Açık büfe yemek servisi 1 milyon liraya yapılıyor. Köşk çalışanları, müşteriler arasında hafta sonu uygulanan halk gününün ‘dön dolaş yemek ye günü’ olarak kabul edildiğini belirtti.”

Nasıl? Size de roller değişmiş gibi geldi mi? İstanbul Yasası müellifi Tansu Çiller’in Erdoğan’la son yıllarda kurduğu rabıtadan bahsetmeyeceğim bile. Erdoğan mı Çillerleşti, Çiller mi Erdoğanlaştı sorusu da beyhude. ANAP da, DYP de, RP-AKP de bir şekilde kendini gerçekleştirdi, her birinin mükemmelen gerçekleştirdikleri kendilikleri birbirine çok benziyor. Bu hale geldiklerinde ölüyor iktidarlar.

Ben bugüne kadar başlangıç aşamasında “açları doyurmak, yalıncakları giydirmek” (ahan da Dumrul sızdı buraya gene) vaatlerinde bulunmayan tek bir siyasi hareket ya da ekip görmedim. Bu jenerik bir başlangıç… İlk birkaç yıllarında bunun için gerçekten uğraşırlar da. Biz “local”lere düşen onları, çocukluk-gençlik çağlarında verdikleri vaatleri gerçekleştirsinler diye uzuuuuuun uzun iktidarda tutmak değil, ihtiyarlamalarına izin vermeksizin alaşağı etmek. İhtiyarlamasınlar ki ihtiyarlatmasınlar bizi de.

İşte bu sebeplerden, “ama mîrim İslamcılar-AKP başlangıçta böyle miydi ya” meyanındaki hatırlatmalar hem beyhude, hem de durup dururken bu adamların çıktıkları kovuklara bir değer atfediyoruz. Bu da ancak çaresizlikten ya da önümüzde duran bilmeceyi basit bir tek bilinmeyenli denklem sanmamızdandır diye endişe ediyorum. Denklemin bize verilen değişkeni açık: AKP’liler de diğerleri, yani kendilerinden önceki sağcı partiler gibi, tam da bugün yapabildiklerini yapabilmek için iktidar oldular. İktidarı kaybetmekten, kendilerini gerçekleştirme, yani bugün oldukları şey olma ihtimali ortadan kaybolur diye korktular. Başka projeleri yoktu. Başka değerleri yoktu. Evler, arabalar, banka hesapları, güç kullanmanın zevki için iktidar oldular. Daha ulvi bir değere hiç sahip olmadılar. Niye olsunlardı ki? Hangi kaynak onları böylesi bir değerle donatacaktı?

Bakın “şatafat tartışması”na noktayı Erdoğan yine, “o kadar da şey etmeyin” diyerekten koydu. Şebnem Bursalı ıstakozu grup toplantısında hazmetti, Bahadır Yenişehirlioğlu Rolex’li paylaşımını savundu, Numan Kurtulmuş da devlet uçağıyla gittiği aile tatilinden gayet dinlenmiş olarak döndü ve işine devam etti. Yani, kimse kusuruma bakmasın ama, bu çocuksu tutarlılık beklentisini kenara bırakıp biz de büyüsek mi birazcık? Sizce umurlarında mı ahalinin kendilerinde tespit ettiği tutarsızlıklar? Umursadıklarına dair en ufak bir işaret görüyor musunuz? Birbirlerine yönelttikleri suçlamaların yönüne bakın: “Böyle yaparsanız iktidarı kaybederiz.” Hepsi bu işte. Yapın ama göstermeyin ki iktidarı kaybetmeyelim demeye getiriyorlar. İktidar için yaşıyorlar ve tam da bu yüzden ölüyor iktidarları. Bu da işte hiç de “local” olmayan bir kaidesi dünyanın.

Diyorum ki, şimdi artık, bu uzun ve pahalı dersi tamama erdirip yeni sınava hazırlansak. Yeşermekte olan yeni iktidarın kendisini bu denli, nasıl diyeyim bu kadar aşırı gerçekleştirmesine nasıl engel olacağız, onu daima genç ve ter-ü taze, yani diken üstünde tutmak üzere ne türlü girişimlerde bulunacağız gibi sorular sorsak kendimize. Acele mi ediyorum? Siz öyle zannedin. Daha yumuşak söyleyeyim, hiç zannetmiyorum. Çok alametler belirdi.

Medyascope

İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar