yazarlar makaleler
Depremi Konuşmak
5.02.2024

EMİNE UÇAK ERDOĞAN

Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve toplumsal kutuplaşma; adalet, ekonomik kriz ve daha nice konuyu görünmez kıldığı gibi depremin de yeterince gündem olmasına izin vermedi. On binlerce canı bir gecede kaybetmeyi bu denli kolay normalleştiren ve kabul eden başka bir toplum var mıdır yeryüzünde bilemiyorum.

6 Şubat depremlerinin üzerinden bir yıl geçti. Bir depremzedenin sekizinci ayda yazdığı sosyal medya paylaşımı bir yılın da özeti… “Depremin üzerinden 8 ay geçti. Kimse bedel ödemedi. Kimseden hesap sorulmadı. Kimse yaptığından pişman olmadı. Elimizden gelen tek şey kaybettiklerimize dua edip geride kalanlara yardım etmek.”

Depremin genel seçim süreciyle gündemden düştüğü yorumu yapıldı sıkça. Ben ilk gününden itibaren yeterince gündem edilmediğini düşünenlerdenim. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve toplumsal kutuplaşma; adalet, ekonomik kriz ve daha nice konuyu görünmez kıldığı gibi depremin de yeterince gündem olmasına izin vermedi. On binlerce canı bir gecede kaybetmeyi bu denli kolay normalleştiren ve kabul eden başka bir toplum var mıdır yeryüzünde bilemiyorum. Bunun en önemli sebebi afetleri ‘fıtrat-kader’ gibi gösterme-görme hali. Oysa bugün fıtrat olan 17 Ağustos 1999 Marmara, 1 Mayıs 2003 Bingöl depremlerinde ‘kader diye geçiştirilemez’ idi. Yahut çatlayan ‘fay kırıkları değil, ar damarları’ oluyordu.

17 Ağustos sonrası medya küpürlerinden minik bir kolaj bu normalleştirmelerin nasıl yer değiştirdiğini göstermek için yeterli.

Hükümet Sözcüsü Ömer Çelik, 17 Ağustos depreminin ardından Yeni Şafak’ta yayınlanan ‘Devleti kovalayan deprem’ başlıklı yazısında “Bu topraklarda devlet, kendi beceriksizliğinin ortaya çıktığı her olayı örtbas edebilmede ustadır. Bunun örtbas edilemez aşamaya geldiği noktada ise, tartışmaları sürüncemede bırakmak, zamana yayarak sündürmek devletin geleneksel politikası olmuştur. ‘Toplumsal hafıza’’nın zayıf olması ile beraber, bir sonraki felakete kadar devletin hantallığının gündemden çıkması kolayca sağlanmıştır hep” saptamasında bulunuyordu. Zayıf olan toplumsal hafızaya kutuplaşma da eklenince; hepten kolaylaştı devletlulerin işi… Ve yazının sonundaki soru bugün için de geçerli…

Görülenler-Görülmeyenler

Dijitalleşme artışı, sosyal medyanın yaygınlaşması toplumsal hafızayı güçlendirme konusunda olumlu etki oluştursa da kutuplaşma iklimi yarılmalarla, hakikat eksiltmelerle tam tersi yönde hizmet ediyor. Hem dijital hem de gerçek hayatta yaşanan kendi koridorunda sıkışma haliyle; bölgeden uzak olanları bırakın, depremden etkilenmeyen bir mahallede oturanların bile şehrin yıkılan bölümünde ne yaşandığından tam anlamıyla haberdar olamadığı bir süreç yaşandı. Deprem bölgesine gidenler ekranlarda yansıtılan halin halen çok farklı olduğunu söylüyor, yazıyor. Oysa ilk günlerde şehir merkezinde kurtarılmayı bekleyen insanlar, hiç ulaşılamayan enkazlar varken; depremden etkilenmeyen ilçeden yayın yapıp hayatın normale döndüğü söyleyebilenler oldu. Madencilerin otobüsle kurtarma faaliyetleri için götürüldüğü günlerde; helikopterlerle adeta turistik ziyaret yapıp dönenler oldu. Enkaz altında binlerce insan varken yapılan bant daralmasının kaç cana mal olduğu, sosyal medyadaki birkaç dezenformasyon haberi kadar konuşulmadı. Diğer depremlerde olduğu gibi canlı yayınlarda kurtarılan onlarca kişiyi (kelimenin tam anlamıyla mucize ve iyi ki kurtarıldılar) konuştuğumuz kadar kaybettiğimiz, kurtarılamayan binlerce kişiyi konuşmadık. En önemlisi yapılan afet planlarına, tatbikatlarına, hazırlanan bilimsel raporlara rağmen şehirlerin niye fay hatlarının üzerinde yükseltildiği, uygun olmayan zeminlerin niye imara açıldığı, denetimsizliklerle, imar aflarıyla ‘Kırmızı Pazartesi’ romanı gibi göstere göstere gelen depreme karşı niye hazırlıklı olunmadığını hiç konuşmuyoruz. Malatyalı bir depremzedenin ‘Şehrin merkezi yok olmamış gibi davranıyoruz. Oradan geçmiyoruz’ demesi gibi… Tıpkı 17 Ağustos’taki gibi tüm adalet süreci müteahhitler etrafında dönüyor. Onlara alan açan hatta koruma kalkanı oluşturduğu ortaya çıkan görevlileri bile görmüyoruz.

İşin trajik yanı devletin afetlerle ilgili yükümlülükleriyle yaptığı hizmetlerin iktidar partilerinin seçim çalışmalarının altlığını oluşturduğu bir siyasi sistemin içinde olmamız. Ve toplumun büyük çoğunluğu, hatta vaktiyle depremdeki yükümlülüklerini yerine getirmeyen devlete diklenenler bile şimdi yapılanları lütuf gibi göstermeye meyyal. “Türkiye Yüzyılı Şehirleri İçin Gerçek Belediyecilik” sloganıyla hazırlanan seçim bildirgesi; iktidarın ülkede iyi giden her şeyi tekeline alma, kötü gidenlerin sorumluluğunu almama vizyonuna çok uygun. Bildirgede yapılanlar, yapılacaklar var ama yapılmayanların niye yapılmadığı yer almıyor ve bunlardan kaynaklanan sorunlarla ilgili herhangi bir sorumluluk cümlesi bulunmuyor. 6 Şubat depremlerini bildirgede vurgulanan ‘hesap verebilirlik’ ilkesi açısından değerlendirdiğimizde; Malatya, Maraş, Adıyaman gibi şehirlerde çeyrek asırdan daha fazla yerel iktidar ve merkezi iktidarda olmanın getirdiği ‘yaşatma sorumluluğu’yla ilgili bir cevap bulabilmemiz gerekirdi. Sorumluluk alınmadığı gibi ‘merkezi sistemle yerel yönetim el ele vermezse’ çıkışıyla, bildirge ve kampanya boyunca çokça vurgulanan ‘hizmet siyasetinin’ hayaller-gerçekler akımındaki gibi kâğıt üstünde kaldığı bizzat kürsüden bir kez daha ilan edildi. Bir kez daha diyorum, çünkü depremin ilk günlerinde anca sosyal medyadaki tepkiselliğin ardından gelen Hatay’a yönelik ‘geçmiş olsun’ telefonu, bir yılın sonunda ‘Hatay’ın niye garip kaldığı’nın ilk günden cevabıydı.

Perspektif

İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar