yazarlar makaleler
“Tarih yazmak bir emanettir. Bu emanete riayet etmek gerekir”
3/26/2024

Tarih yazmak bir emanettir. Bu emanete riayet etmek gerekir”

Diyarbekir Kayyumu'nun bu kentteki bir bulvara “Şeyh Said” adının verilmesine dair kararı onaylaması Türk ırkçıları tarafından tepki ile karşılandı. Bu konuyu araştırmacı-yazar Tahsin Sever ile konuştuk.

Sayın Sever,

1-Bildiğiniz gibi hükümet tarafından atanan Diyarbekir kayyumunun bu kentte yapılan bir bulvara, Osman Baydemir döneminde, 29/11/2011 tarihinde ve 274 sayılı DBB Meclis Kararıyla Şeyh Said adını verilmesini değiştirmeden kabullenmesi, başta MHP ve Atatürkçüler olmak üzere, Türk kesiminde tepkiyle karşılandı. Buna karşın içinde geçmişte Şeyh Saidê “gerici, feodal” diyenlerin de olduğu geniş bir Kürd kesimi Şeyh Said'e sahip çıktı. 1925 Kürd ulusal hareketi ve liderleri konusunda çalışma yapan birisi olarak bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şeyh Said adının tam da yerel seçimlerin arifesinde Diyarbakır’da bir bulvara verilmiş olması taktik bir adım ötesinde anlam taşıyor. Bu adımı hayra yormak zorlama olur. Başka bir anlatımla karşımızda yüz yıldır süre gelen devlet politikası var, bu süre gelen politikanın sorgulandığı ve devleti yönetenlerin geçmişle yüzleşme çabası içine girdiklerine dair çok fazla belirti yoktur. Bölgemizdeki gelişmeler daha yakıcı ve sarsıcı hale geldikçe Türkiye kuruluş felsefesine daha sıkı sarılma gayreti içindedir. Bu nedenle detaylardaki bazı farklılıklar dışında yüz yıldır sürdürülen Kürtlerin inkârı, akabinde Kürtlerin meşru ve doğal haklarını yok sayan anlayışta ısrarcı olduklarını icraatlarıyla ortaya koymaktadırlar.

Siyasi iktidarın söz konusu bulvar hamlesinin muhtemel sonuçlarından önce sorgulanması gereken husus şudur: Devlet aklı, bu hamleyi neden yaptı? Hepimizin içinden geçtiği eğitim sistemi toplumu sorgulayan değil, sonuçlar üzerinde didişen ve detaylarda boğulan bir anlayışı egemen kıldı. Toplumda süregelen bu davranış tarzı yapılan hamlenin sebeplerine öte sonuçlarına odaklamadık. Dolaysıyla konunun iktidar tarafından gündeme taşınmasından sonra yapılan tartışmalar vurgulamaya çalıştığımız hususu teyide etmektedir. Şöyle ki konunun gündeme getirilmesinden sonra yapılan açıklamalara dikkat çekmek istiyorum. Aşağıda çerçevesini çizeceğimiz Kürtlerin örgütsel ve siyasal faaliyetlerini yok sayan, meseleyi Şeyh Sait Efendi’nin şahsında somutlayıp; Şeyh Sait Efendi’nin bir “İslam kahramanı, “İslam lideri” havası ile “irticaya” uyarlayan, 1925 hareketinin dinamiklerini ve ondan ziyade bu işin merkezinde duran Azadi Cemiyeti’nin üstünü örtmeye yöneliktir. Madalyonun bir yüzü budur.

Madalyonun diğer yüzüne gelince, Türkiye’deki ırkçı-şoven çevrenlerin hakaret boyutunda tepki göstermeleri, buna karşın Kürt çevrelerin karşı refleks göstererek Şeyh Said’e sahip çıkmaları son derece olağandır. Yaşananlar, tartışma üslubu içinde eleştiri boyutunda değildir. Dolaysıyla Kürtlerin çok farklı kesimlerinin karşı tepki göstermesi haklı ve yerindedir. Tepkiler eleştiri boyutunda olsaydı şüphesiz mevcut durum daha farklı olurdu. Kaldı ki Kürtler de tarihe bakışta istenilen boyutta olmasa bile eskiye oranla farklılık arz etmektedir. Bize geçmişte dayatılan ideolojik yaklaşımların, hayatın sert ve acımamız yüzü ile karşılaştığında etkilerini yitirdiklerini söyleyebiliriz. Dünya ölçeğinde yapılan araştırmalara baktığımızda etnik kimlik-milliyetçiliğe dair araştırmaların ciddi boyutta arttığını görebiliyoruz. İnsanlarımız dindar, seküler, liberal veya sosyalist olabilirler; ancak milli hakların mücadelesinde beraber olmak zorundalar. Dolaysıyla sosyalistinden dindarına kadar tüm kesimlerin ulusal bir perspektiften soruna bakma arayışı içinde oldukları ve çok sesli olmasa da bir sorgulama içinde oldukları kanaatindeyim.

2- Bu vesileyle bir kez daha bilince çıksın diye 1925 Kürd ulusal hareketini değerlendirir misiniz? Örneğin karşıtlarının iddia ettiği gibi “bu hareketin arkasında İngilizler mi vardı, cumhuriyet karşıtı bir hareket” miydi? Başarıya ulaşamamasının nedenleri nelerdi?

Sayın Mesud Barzani’nin tarihe dair çok yerinde bir sözü vardır. Şöyle der Sayın Barzani: “Tarih yazmak bir emanettir. Bu emanete riayet etmek gerekir. Özellikle bu alanla ilgilenenlerin, bu prensibi hiçbir zaman göz ardı etmemeleri bir zorunluluktur. Gerçekleri saptırmak, tarihsel gerçekleri tersyüz etmek ihanetin ta kendisidir.”

Sayın Barzani’nin işaret ettiği emaneti sahiplenmek, saptırmadan, tersyüz etmeden bugüne aktarmak oldukça zordur; ancak zorunludur. Nedenine gelince, Tarihte yaşananların gelecek kuşaklara aktarımı ne yazık ki mağdur edilen uluslar veya toplumlar açısından “adil” olmamasından kaynaklanmaktadır. Egemen olanlar, mağdurlar içinde önceden formatladıkları tarihi yazdılar. “Yazdırılan tarih”, egemenlerin icraatları gibi “acımasız” ve “ahlaksızcadır”. Yalnızca “kendi” tarihlerini abartılı yazmadılar; mazlumların tarihlerini de kendi ideolojik çıkarlarına uygun ve bize uyarlanan ‘resmi tarih’ yazdılar.

Bununla yetinmediler. Siyasal sorunlara bakışta olduğu gibi tarihsel olaylara bakışta da gayri-nizami faaliyetleri kesintisiz kullandılar. Bize atfedilen tarihi, imha ve inkâr politikasının ayrılmaz bir parçası olarak hep devam ettirdiler. Bir türlü kendilerine direnme veya ayaklanma beğendiremedik. İsmimiz ya “sergende” oldu ya da “şaki”ye çıktı adımız. Kürdistan Teali Cemiyeti, ders kitaplarında “zararlı cemiyetler” arasına yazdırıldı. Azadi ve Xoybun’u inkâr etmeyi çıkarlarına uygun buldular. Resmî ideolojinin son yüz yıllık “zoraki” tarihsel romanı aşındıkça, yeni aktörler ve senaryolar ile takviye ediliyor. Egemen olmak ve egemen kalmak için gizlemeye, yalana, tahrifata ve de yok saymaya ihtiyaçları var. Buraya kadar elbette şaşılacak bir durum yoktur.

Sorunuza dönersek, 1915-1930 dönemi Kürdistan tarihindeki en kritik dönem. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıldığı, Ortadoğu’nun yeniden paylaşıldığı ve Kürdistan’ın parçalandığı dönemdir. Bu dönem aralığı içinde Kürt siyasal örgütlenmeleri aktif olarak tarih sahnesine çıkarlar. 1918’de İstanbul’da Kürdistan Teali Cemiyeti, 1920’lerin sonunda Erzurum’da Kürdistan İstiklal Cemiyeti ve 1927 yılında Xoybun Cemiyeti kurulur. Bu üç Cemiyet Kürt milli talepleriyle ortaya çıktılar ve ciddi bir siyasal-toplumsal hareketlenmeye yol açtılar. Bu cemiyetlerden Kürdistan İstiklal Cemiyeti, en etkili olanıdır. Kürdistan merkezli olması, lideri Halit Bey’in etkili ve güven veren bir şahsiyet olması, Cemiyetin ciddi siyasi-askeri-diplomatik kadrolara sahip olması, Kürt muhafazakâr kesimine hitap edebilme kabiliyetinin olması kısa zamanda bir çekim merkezi olmasını sağlamıştır. Kürdistan İstiklal Cemiyeti, halk arasında bilinen adıyla Azadi Cemiyeti; Lozan Anlaşmasının imzalanmasından sonra, genel bir ayaklanma hazırlığı içine girer. Bu hususta ulaşabildiğimiz bütün kaynaklar örtüşmektedir; ancak bir tarih vermek zorlamadır.

1924’ün Sonbaharına gelindiğinde Azadi kadroların şartların kendi lehlerine olgunlaşması için çabalarken, Devlet yapılan hazırlıkların önünü almak, sekteye uğratmak harekete geçer. Bu amaçla Mustafa Kemal Paşa, Eylül 1924 tarihinde başlayan Ekim ortalarına kadar süren Erzurum-Sarıkamış gezisinde durumu yerinde görmek, kendi ifadeleriyle “…beklenen ayaklanmanın, alınacak tedbirlerle başlamadan bitirmeyi” amaçlar. Söz konusu tedbirler içinde Halit Bey’e yapılan teklif ve tehditler, ev hapsine alınarak vaktinden önce bir kalkışmaya zorlanması, bu da başarılmayınca tutuklanması, aşiret reislerine imkanlar sağlanması, İhsan Nuri Paşa liderliğindeki Beytüşşebap Ayaklanmasının istenilen istikamete gelişememesi, gerekli dış desteğin sağlanamamış olması, mevsimin kışa doğru gitmesi devletin bir an önce harekete geçip, hareketin olgunlaşmadan Piran’da “patlatma” imkanını sağlamıştır

İngiliz desteğine gelince bu bir şehir efsanesidir. 1925’lere gelindiğinde İngilizlerin Kürdistan politikası son derece nettir. Lozan Anlaşması ile Bağdat-Kahire-Yeni Delhi üçgeni ile Orta Doğu’da hakimiyetini kuran, Osmanlı enkazı üzerinde Kemalistlerin yönetiminde Batı yanlısı bir yönetim kurarak kendisini güvenceye alan, Kürdistan’ı parçalayarak etkisiz hale getiren politikadan iki yıl sonra çark edip yeni bir stratejiye yönelmesi ihtimal dışıdır. Azadi Cemiyeti İstanbul Şube Başkanı olan ve İstanbul’daki İngiliz diplomatlarla diyaloga sahip olan kişi Seyyid Abdulkadir’dir. Seyyid Abdulkadir’in 1925’lere gelindiğinde İngilizlerden yana hiçbir umudu yoktur. Ayrıca 2-3 Eylül 1924 tarihinde meydana gelen Beytüşşebap Ayaklanmasının akamete uğramasından sonra, arkadaşlarıyla güneydeki İngiliz bölgesine geçen İhsan Nuri Paşa’nın İngilizlerin nezdindeki çabaları hiçbir şekilde sonuç vermemiştir. Bu nedenle 1925’lere gelindiğinde İngilizlerin Kemalist yönetime destekleri tartışmaya mahal bırakmayacak kadar tamdır.

3- Seyh Said üzerinden yapılan bazı tartışma ve değerlendirmeler, Türk resmi görüşünün eskisi kadar kabul görmediğini gösteriyor. Yeterli olmasa da konuya ilişkin olarak yapılan bilimsel araştırmalar ve makaleler yayınlanıyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Koçgiri, 1925, Ağrı ve Dersim gibi hareketlerin milli hareketler olduğunu kabul edilmesine kadar Kürt siyasal hareketi, gerek Türk soluna ve Türk Devletine ve gerekse bunların Kürdistan’daki versiyonlarına karşı çok bedel ödemiştir. Bu noktada bugünkü imkanlar dünün çok ilerisindedir. Özellikle Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanlığı arşivinin 1990’lı yıllardan sonra açılması, Fransız Dışişleri Bakanlığı, İngiliz Sömürgeler, Dışişleri ve Hindistan bakanlıklarının arşivlerinden yeni ulaşılan belgeler, Türk devlet arşivlerinin “kısmen” açılması yakın tarihe dair araştırmaların daha bilimsel temelde yapılmasına imkân sağlamıştır.

Buna rağmen ortaya çıkarılan belgeler, 1925 sürecini aydınlatmaya yeterli midir? Elbette hayır; ancak daha geniş bir perspektiften projeksiyon tutmaya, slogancı ve maniplatip söylemlerden sıyrılarak bilimsel bir temelde yakın geçmişi tartışma imkânı sağlamaktadır. Ayrıca Azadi Cemiyeti’nin Bolşeviklerle yaptıkları görüşmelerine dair belgelerin çok az kısmının çevirisi yapılarak kamuoyunun hizmetine sunulmuştur. Bunların tamamının elde edilerek araştırmacıların hizmetine sunulması gerekir. 1925 Hareketinin iki ana davasından biri olan BİTLİS DİVANİ HARBİ MAHSUSANIN karar ve tutanaklarının aradan yüz yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen açılmamış olması, olayın üzerinde sis perdesinin yeterince aralanmasına imkân vermemektedir.

Ayrıca yakın dönemin Türk tarihçilerinin, ideolojik bakış açılarını koruyarak yaptıkları araştırmalar var. Uğur Mumcu (Kürt-İslam Ayaklanması), Murat Bardakçı (İlk Kürt Bildirisi) ve Avni Özgürel (Kürdistan Teali Cemiyeti’nden PKK’ya), Dr. İhsan Şerif Kaymaz ( Musul Sorunu), Prof. Dr. Abdülhaluk Mehmet Çay (Her Yönüyle Kürt Dosyası), Ersan Yavi (Kürdistan Ütopyası), Mehmet Perinçek ( Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt İsyanları), Nihat Karademir (Osmanlının Son Yüzyılında Kürtler, II. Abdulhamit ve Kürtler) gibi kitap ve makaleler yakın Kürt tarihine dair ciddi sayılabilecek ip uçlarını barındırır; ancak Türk araştırmacılar tarafından, Türk araştırma kurumları tarafından resmi ideolojiye uygun tahrifat yapılmış olabileceği dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.

Bu bölümde ilave etmek istediğim hususlardan birisi de1925 Hareketi’ne “Şeyh Said” adının verilmesindeki en önemli faktör olan Piran hadisesinin iyi analiz edilmesi gerekir. Piran, hesapta olmayan, önceden kararlaştırılmayan, olağanüstü şartların ürünü olduğuna göre, olayın ‘patlatılarak’ yayılarak kontrolden çıkması, Piran’dan Mahkeme sürecine kadar sadece dinsel sembollerin kullanılmasını nasıl anlamlandırmak gerekir? Tam da bu noktada devreye giren devlet aklının hem siyasal çerçeve hem de uyguladığı askeri strateji, İttihatçıların deyimi ile “tehlikeyi rayından çıkararak bertaraf etme” biçiminde mi yorumlamak gerekir? Hareketin lider kadrolarının sıkça dile getirdikleri “devletin bahar gelmeden çatışmayı başlatacağı” düşüncesi Piran’da uygulamaya mı geçirildi? Bölge olarak tesadüfi mi yoksa özellikle mi seçildi? Elimizde verilerle bu soruların yanıtlarını bilimsel çalışmalarla ortaya konması gerekir.

Meselenin daha iyi anlaşılması için tarihe kafa yoranların, Ayaklanmanın hazırlık aşaması ile Piran’da fiilen başlaması dönemlerinde verilen siyasi mesaj ve askeri stratejideki kopukluğa dair şu soruların cevaplandırılmasına bağlıdır.

  1. Ayaklanmanın yaşandığı çevrenin sosyo-politik yapısı (aşiret-tarikat-mezhep ilişkileri) ve Kürt ulusal bilincinin toplumdaki etki düzeyi,

  2. Ayaklanmaya katılan kitleleri harekete geçiren (Halifeliğin kaldırılması, medreselerinin kapatılması, mülksüzleşme gibi) etkenlerin ağırlığı,

  3. Piran’da vuku bulan başkaldırıyı kimin tetiklediği, Piran’ın tesadüfü mü yoksa bilinçli bir seçim mi olduğu,

  4. Başkaldırı aşamanın kadro yapısı ve Şark İstiklal Mahkemesindeki takınılan tutumun nedenleri ve sonuçları bilimsel bir temelde ele alınıp tartışılmalıdır.

4-Atanan kayumun, Diyarbekir'de bir bulvara Şeyh Said ismininin verilmesi kararına “evet” diyen AK parti hükümetinin bir valisi de, (sonradan geri alınsa da) İzmir'de bir okula, 12 Eylül döneminde Kürd tutuklular için bir cehennem haline getirilen 5 No'lu Cezaevinin baş işkencecisi Binbaşı Esat Oktay Yıldıran'ın adını veriyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Diyarbakır’da bir bulvara Şeyh Sait ismi verilirken aynı döneme denk gelecek şekilde İzmir’de bir eğitim kurumuna yüz yılın işkencecisi Oktay Esat Yıldıran ismi verildi. Dışardan bakıldığında bir paradoks gibi görünse de tarih bilgisi olanlar açısından şaşırtıcı değildir. General Mustafa Muğlalı olayını hatırlayalım. Van’da 33 Kürt köylüsünü suçsuz yere, sadece Kürt oldukları için kurşuna dizen General Mustafa Muğlalı, yargılanıp cezalandırılmasına rağmen ismi Van’da bir askeri kışlaya verilmiştir. Ha keza çok yakın tarihte Roboski’de Irak sınırda kaçakçılık yapan 34 Kürt köylüsü savaş uçaklarının bombalanması sonucu öldürülmeleri hafızayı tazelemiştir. Bütün dünyanın gözü önünde meydana gelen bu olayla ilgili soruşturma açılması gereği duyulmamıştır. Biraz daha geriye gittiğimizde İttihat-ı Terakki iktidarının “heybetli” generalleri, Ermeni, Rum, Kürt katliamlarının baş aktörleri Talat Paşa, Cemal Paşa, Enver Paşa’nın isimleri büyük şehirlerin ana bulvar ve caddelerini ‘süslemeye’ devam ediyor. Bütün bu isimleri yazmaya kalkarsak sahifeler uzayıp gidecektir. Sonuç itibariyle; devletin topluma bakış felsefesi değişmedikçe, Kürtlere ve diğer ulusal-dini azınlıklara karşı suç işleyenler “kahraman” olarak görülmeye devam edilecektir. Hafızada yer edinen bu yargı, zaman zaman nüks edecek, tepkiler oluştuğunda üstü örtülecektir.

5- Aralarında geçmişte Şeyh Saidê “gerici, feodal” diyenlerin de bulunduğu geniş bir Kürd kesiminin sahip çıkmasını Kürd yurtsever bilinci ve hareketi açısından nasıl okumalıyız?

Toplumsal, tarihsel ve dilsel çalışmaların yoğunluk kazanması millileşme sürecindeki temel görüntülerdir. Son zamanlarda Kürtlerin toplumsal, tarihsel, dilsel ve kültürel yanlarıyla ilgili araştırma, inceleme çabalarının çok yoğunlaştığını görmekteyiz. Bu durum geçmişe dair belgelerin orijinalini görme, değerlendirmelerini orijinal belgeler üzerinden yapma isteği ve çabaları oldukça artmıştır. Son zamanlarda bütün maddi zorluklara rağmen Kürtleri konu alan yayınlardaki ciddi artışlar okuyucunun ilgisinin de bir göstergesidir. Ayrıca çoğumuz ismini bile bilmediği dengbejlerimiz üzerine sayısız kitap yazılabilmesi ulusun kendisine ait olan değerlerine sahip çıkmasıdır.

Dünyada da etnisite ve milliyetçilik üzerine yapılan akademik araştırmalarda özellikle 1980’li ve 1990’lı yıllarda patlama yaşanmıştır. Thomas Hylland Eriksen vurguladığı gibi; “Yirminci yüzyılın başlarında pek çok sosyal teorisyen, etnisite ve milliyetçiliğin önemini yitireceğini ve sonunda modernleşme, sanayileşme ve bireyselleşmenin bir sonucu olarak yok olacağına inanıyorlardı. Bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Aksine, etnisite ve milliyetçilik, özellikle de İkinci Dünya Savaşı’dan bu yana siyasi açıdan daha da büyük bir önem kazandı.” (Etnisite ve Milliyetçilik, s: 12) Sovyetler Birliğinin ve diğer sosyalist devletlerin dağılmasıyla onlarca etnik tabanlı devlet ortaya çıkmıştır. Orta Doğu’da etnik-millet sorunlarından kaynaklı sorunlar çok yakıcı biçimde dünyanın gündemine oturmuştur. Kürtler yaşanan bu gelişmelerin merkezinde yer almaktadırlar. Dolaysıyla kendi tarihine bakış açıları eski parametreler üzerinde olmayacaktır. Dün “gerici”, “feodal” diye nitelendirdiğimiz şahsiyetlerin, ulusal bilinç düzeyi yükseldikçe geçmişte halkımız özgürlüğü için mücadele etmiş saygın şahsiyetler olduğu kabul görmektedir.

6- Son olarak konuya ilişkin ne söylemek istersiniz?

Resmi tarihten bağımsızlaşmaya, yakın tarihe eleştirel bakma basiretini ortaya koyamaya, yanlışlarımızla yüzleşmeye, Kürt tarihini saptırma ve geçmişe dönük algı oluşturma çabalarına destek olanlara tolerans göstermemeye ihtiyacımız var. Ayrıca tarih ulusun müşterek ortak bir alanı olduğuna göre, en azında yakın tarihin sadeleştirilmesi, yanlışlardan arındırılması için siyasi partilerimizin, sivil toplum kurumlarımızın veya tarih çalışmalarına emek veren aydınlarımızın müşterek çalışmasına ihtiyaç var.

Sizlerin aracılığı ile tarih konusunda ortak çalışma önerimizi yapmış olalım.

Teşekkür ederiz.

Deng Dergisi, sayı: 131

İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar