yazarlar makaleler
Musa Anter cinayeti, Beyaz Toros, gazetecilerin kaçırılması, “Yeşil” ile tanışma…
20.09.2023

Ferit Aslan 31 yıl önce bugün yaşananları anlatıyor

Ferit Aslan

Takvimler 20 Eylül 1992’yi gösteriyordu… Kürt yazar ve gazeteci Musa Anter’in Diyarbakır’da öldürüldüğü gün hayatımın en önemli dönüm noktalarından biriydi.

Anlatayım.

20 Eylül 1992’de akşam saat 20:00’de Anadolu Ajansı (AA) ofisinde bulunan polis telsizinden bir anons geçti:

“Seyrantepe Cumhuriyet Mahallesi’nde cinayet ihbarı, bir kişinin öldüğü, bir kişinin yaralandığı ihbarı var, ekipler bir baksın.”

Anonsu duyan nöbetçi AA görevlisi, bu ihbarın yakınında bulunan ve o dönem sadece gece haberlere giden Diyarbakır Söz gazetesi yazı işleri müdürüne bildirdi. Müdür de gazetenin kuruluşunun birinci yıldönümünde gelen bu ihbarı gazetenin kıdemli muhabiri Hüseyin Çiçekçi’ye ve bana söyledi. Biz gazetenin karşısında oturan taksi şoförü İbrahim’i çağırırken, gazetenin muhasebe müdürü, “Mele Zeki” diye çağırdığımız Zeki Özer de, “Beni de alın, haberden sonra eve bırakırsınız” dedi. Zeki Özer, bizimle aynı kaderi paylaşmak üzere taksiye bindi…

İhbarın geldiği yere doğru taksiyle giderken bir sokaktan ambulansın çıktığını gördük, bizim taksi de o sokağa girdi.

Faili meçhullerin Beyaz Toros’u önümüzde duruyor

Sokakta taksiyle ilerliyoruz. Bölgede daha sonra adını daha fazla duyacağımız, faili meçhul cinayetlerde ve kaçırmalarda kullanılan meşhur Beyaz Toros’u işte tam o sokakta gördük. 21 SV 004 plakalı araçtan inen, sivil kıyafetli, spor ayakkabılı iki kişi tabancalarını çekerek, “Kimsiniz, ne arıyorsunuz burada?” dedi.

Gazeteci olduğumuzu, bir cinayet ihbarı için geldiğimizi söyledik.

Bize silah doğrultan bu iki kişi aynı anda birbirine bakarak, adeta donup kaldı. Aracın içindeki kişiyle konuşan bu iki kişi, daha sonra, “Bizi takip edin, sizi olay yerine götürelim” dedi.

lOnları dar ve karanlık sokakta takibe başladık. O anda Hüseyin’in “İçimde bir his bunlar bizi vuracak” dediğini duydum.

Devam ettik. Sonra çıkmaz bir sokakta durdurdular ve araçlarından inip yanımıza geldiler. Arabadan ilk şoförü indirdiler. Taksici bizi tanımadığını ve ekmek parası için çalıştığını söyledi, “Abi siz olsanız sizi de alırım, ben ekmek parası için çalışıyorum” dedi.

Daha sonra araçtan Hüseyin’i indirdiler. Defalarca, “Kimsiniz, burada ne işiniz, kim öldürülmüş?” diye sordular.

“Efendim, biz Diyarbakır Söz gazetesinden geliyoruz, cinayet ihbarı aldık, yazı işleri müdürü gönderdi” şeklinde defalarca tekrarlanan cevap işe yaramayınca, Hüseyin’i iki kişi tekme tokat dövmeye başladı.

Taksinin ön koltuğunda oturup olanları seyretmek dışında hiçbir şey yapamayan ben, bağırmak istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi…

Hüseyin’in “Bizi yazı işleri müdürü gönderdi” demesinin ardından taksinin arka koltuğunda oturan Mele Zeki’ye yönelen bir kişi, “İn arabadan yazı işleri müdürü” dedi. Muhasebe müdürü Zeki Özer’in “Ben yazı işleri müdürü değilim, ben de bir emekçiyim” demesi bile onu tekme ve yumruklardan kurtaramadı. Ve sorguyla dayak sırası bana geldi.

“İn arabadan sen ne iş yapıyorsun, niye geldiniz, kim ihbar etti?” sorularına yanıt veremeden, eli alçılı ve diğer iki kişinin “müdürüm” diye hitap ettiği kişinin yumruğu ağzıma indi.

Ağzı rakı kokan ve sonraki yıllarda Türkiye’nin en çok aranan ve yaşayıp yaşamadığı belli olmayan bu ki, “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’dan başkası olmayacaktı. Tek yumrukla iki dişi kırılan ve dudağı patlayan ben, olayın sıcaklığıyla acı hissetmezken sadece dilimin üzerindeki iki dişi fark ettim.

Mermisi ağza verilen tabancayı şeytan nasıl durdurur?

Aracın içinde atılan tekme faslıyla devam eden şiddet ve işkence sona erdi derken, adamlardan biri aracın arka koltuğuna Hüseyin ve Zeki’nin yanına oturarak, onların aracını takip etmemizi istedi. Söz konusu meçhul kişi, belindeki tabancasını çıkarıp namluya mermiyi sürüp Mele Zeki’nin kalbine dayayarak, “Konuş ulan, kim gönderdi buraya sizi, kim öldürülmüş?” dedi. Kur’an-ı Kerim’i hatim etmiş Mele Zeki’nin soğukkanlı tavrını hayatım boyunca unutamayacağım. “Çek şunu, şeytan doldurur” diyen Mele Zeki, eliyle tabancayı kalbinin üzerinden itti.

Şok oldum.

Mermisi ağza sürülen bir tabancayı şeytan nasıl durdurur? Hep merak etmişimdir.

Elazığ yolunda şehir çıkışına kadar süren yolculukta taksimiz durduruldu. Şoförümüz arkası açık bagaja konuldu ve koltuğa diğer meçhul şahıs geçti. Yolculuk sırasında, “Gazetenizde kepenk kapatma haberlerini kim yazıyor, sizi buraya kim gönderdi, kim öldürülmüş?” şeklindeki sorulara Hüseyin ve Mele Zeki’den tatmin edici yanıtlar alınmayınca arkadan kafama yumruk atılarak benden yanıtlar istendi. Benim de her defasında, gazetenin yerel gazete olduğunu, sadece mahalli haberler yazdığını söylemem meçhul kişileri tatmin etmedi.

Siz hiç kurşun yerine kazayla ölmek için dua ettiniz mi?

Bizi önce “Çermik ilçesindeki çavuşa” götüreceklerini söyleyen şahıslar, Ergani ilçesinden Maden’e doğru gitti. Sonra geri dönüp Çermik yolu, tekrar dönüp yeniden Elazığ yoluna yolculuk devam etti.

Halkların Emek Partisi (HEP) Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın‘ın kaçırılıp cesedinin birkaç gün sonra Maden ilçesi yakınlarında bulunduğunu bildiğimiz için, Maden yolunda artık geri dönüşü olmayan bir yola girdiğimizi düşünmeye başladım. Çünkü kaçırıldığımız tarihe kadar götürülüp sağ geri dönen yoktu ve Beyaz Toroslarla götürülenlerin birkaç gün sonra cesetleri ya dere kenarında ya da bir yol kenarında bulunuyordu. Hep denir ya, “Hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti” diye. Aynı söylendiği gibi, bütün hayatım gözlerimin önünden geçti ve nasıl öldürülürsem daha iyi oluru düşünmeye başladım.

Bizi kaçıran iki kişinin “Müdürüm” diye hitap ettikleri ve alçılı eliyle dişlerimi kıran kişinin, bulunduğumuz taksiyi hızlı ve tehlikeli kullanması ölüm şekli konusunda kafa yoran beni umutlandırmıştı. İçimden, “Keşke kaza yapsak ve kazada ölsek” demeye başladım ve dua ettim.

Bizi kaçıran meçhul şahısların, bizlere “Evli misiniz, çocuğunuz var mı?” sorusuna ben, Hüseyin ve şoför İbrahim “ıııı” yanıtını verirken, Mele Zeki, “Ben evliyim, üç çocuğum var” demesindeki o ses tonu hiç aklımdan çıkmadı.

Ölüme giderken gıdıklanmak ve gülmek

Bu yolculuk sırasında unutamayacağım anlardan biri de, biz kendimizi ölüme hazırlarken, ölüm şeklini kendi kafamızda kurgularken, Hüseyin’in bu gergin ortamda gülmesi oldu. Yanında oturan meçhul şahsın elinin Hüseyin’in karnına denk gelmesiyle gülmeye başladı. Meçhul kişinin “Niye gülüyorsun?” tepkisiyle karşılaştı. Bu tepkiye verdiği, “Gıdıklanıyorum” cümlesi, o ortamı birkaç saniyeliğine olsa rahatlattı.

Soğuk namludan çıkan mermiyle öldürülmek yerine kazayla ölmeye veya belki o kazadan yaralı kurtulmaya umut bağlamıştım. Ama ölüm yolculuğunda kaza olmadı ve yolculuk Elazığ ve Malatya’yı da geçerek, Maraş-Adıyaman yol ayrımına kadar sürdü. Bu arada, “Müdürüm”, zaman zaman kendi araçlarını kullandı ve bazı yerlerde görüşmeler yaptığı için biz onları beklemek zorunda kaldık.

Bugün belki de hayatta olmamızı sağlayan nedenlerden biri de Mele Zeki’nin arka koltukta yanında oturan Hüseyin’in dürtmelerine gelmemesidir diye düşünüyorum. Hüseyin, arka koltuğun ortasında oturduğu için kapı tarafında oturan Mele Zeki’yi dürtüp araç hareket halindeyken kapıya açıp araçtan atlaması şeklindeki işaretlerini dinlemiş olsaydı, belki bugün hayatta olmayacaktık. Çünkü içinde bulunduğumuz taksinin arkasından onların aracı geliyordu ve öyle bir durumda arabadan atlayan Mele Zeki’yi araçlarıyla ezme ihtimalleri çok yüksekti. Çünkü hiçbir zaman bizi baş başa bırakmadılar ve sürekli biri yanımızda bulundu.

Diyarbakır’da akşam saat 20:00’de başlayan ölüm yolculuğu, saat sabah 04:30’da Kahramanmaraş- Adıyaman yol ayrımında bitti. Beyaz Toros’un selektör yapmasıyla aracımız durduruldu. Meçhul şahısların kendi aralarındaki konuşmasından sonra, önce aracın bagajından şoför çıkarılındı.

Ben, infazın şoförle başlayacağını düşündüm. Şoförü kendinden biraz uzak tutan meçhul şahısın bu hareketini, “Herhalde üzerine kan sıçramasın diye uzaklaştırıyor” şeklinde yorumladım. Yorumladım, çünkü o saatten sonra bizi bırakacaklarını asla kafamdan geçirmedim ve yolun sonuna geldiğimizi düşünüp kendimi ona göre hazırladım. Bunları kurgularken, şoförümüz araca bindi ve ne oldu dememize kalmadan gaza bastı. Biz kendisine, “Ne oldu, ne dediler?” diye sorunca, “Yola devam edin, sizi bir daha yakalarsak gebertiriz” yanıtını aldık.

Kafesten bırakılan kuşlar gibi

Şoför, gecenin zifiri karanlığında tam olarak bilmediğimiz o yolda, o kadar hızlı gitmeye başladı ki sanki yıllarca kafese kapatılmış ve kafesin kapısının açılması ile hızla uçup kaçmaya başlayan kuşlara benzettik kendimizi. Araç bir süre öyle gittikten sonra önümüze çıkan keskin virajı sonradan fark eden şoför, aracı 180 derece çevirip bir kayalığın kenarına çarpınca durduk. Biz aracı yeniden lastiklerinin düştüğü çukurdan çıkarmaya çalışırken, bizi kaçıran Meçhul Toros, bize bakmadan ve durmadan geçip gitti. Aracı kurtarıp çalıştırırken, şoförün “Yola devam edelim” ısrarından vazgeçirip Malatya yönüne geri döndük.

Yolda bir yerleşim biriminde durup benzin aldık ve orada bir grup askeri gördük. Asker yüzeme bakıp, “Size ne oldu?” diye sorunca, dudağımın patladığını anladım ve onlara yaşanan kaçırılma olayını özetledik, aracın plakasını verdik ve gerekli çalışmanın yapılmasını istedik. Malatya’da sabaha karşı bir otele geldiğimizde önce gazeteye telefon açmamız gerektiğini söyleyince şoför İbrahim, “Annem kalp hastası, önce ben arayayım” dedi ve telefonla evini aradı. Sonra annesinin çığlık sesini duyduk ve telefon kapandı.

Daha sonra ben gazetenin yayın yönetmenini aradım. Bana nerede olduğumuzu, başımıza neler geldiğini sorduktan sonra, “Gittiğiniz yerde kimin öldürüldüğünü biliyor musunuz?” dedi. Ben “Bilmiyorum” dedim.

“Orada Musa Anter öldürülmüş, Orhan Miroğlu yaralanmış” sözünü duyunca, bu ölümle ilk kez sonuçlanmayan kaçırılmanın nedenini anladım. Yayın yönetmeniyle konuşurken Mele Zeki telefonu benden alarak, “Ben de buradayım Halit abi” dedi.

Yönetmen Halit Tunç şaşırmıştı, çünkü Mele Zeki’nin bizimle geldiğini gören olmamıştı. Otelde birkaç saat dinlendikten sonra yola çıkacağımızı söyledik ve telefonu kapattık. Sonra kendi aramızda Musa Anter gibi bir Kürt şahsiyetin öldürülmesi nedeniyle dönüşte sıkıntı olabileceğini, üzerimizdeki basın kartlarının meçhul şahıslar tarafından alındığını da dikkate alarak Diyarbakır’a dönmeye karar verdik. Otele, “Bizi ararlarsa döndüler” dersiniz diye not bıraktık ve karnımızı doyurmak için bir sabah çorbacısına gittik. Ama çok sevmeme rağmen önden iki dişim kırıldığı için çorbayı bile rahat içemeden Diyarbakır’a doğru yola koyulduk.

Biz gazetenin birinci yıldönümü için kutlama gecesine hazırlanırken, belirsiz olan bir yolculuğa çıkmıştık 20 Eylül 1992’de.

Biz belirsiz yolculuktayken Diyarbakır’da yaşananlar

İhbar yerine gidip gazeteye dönmeyince ve haber vermeyince gazetedekiler hem hastanelere hem olay yerine gitmiş ve herkese bizi sormuşlar, ama bizi gören birilerine rastlamamışlar. Görmemeleri doğaldı, çünkü biz o sıra meçhul üç şahıs tarafından kaçırılıp bir belirsizliğe doğru yol almış ve kendimize ölüme hazırlıyorduk. Gazete yöneticileri bizim kaçırılmış ya da başımıza bir şey gelmiş olabileceğinden şüphelenerek dönemin OHAL Valisi Ünal Erkan’ı arayıp adlarımızı (Mele Zeki hariç) ve bindiğimiz aracın plakasını bildirmişler. Valilik de bindiğimiz aracın plakasını ve bizlerin kimliklerini sorumluluk alanındaki bütün güvenlik birimlerine bildirmiş.

Bildirmiş diyorum, sadece bildirmiş anlaşılan. Çünkü bizi Diyarbakır’dan Kahramanmaraş-Adıyaman yol ayrımına kadar yol üstünde bulunan hiçbir jandarma ve polis noktası durdurmadı. Aracımız onlara selektör yapıp yolculuğunu devam ettirmişti.

Gazeteye gelen ihbar: “PKK kaçırmış olabilir”

Bu sırada gazeteye gelen bir ihbarla, Musa Anter’in PKK militanları ve örgütten ayrıldıktan sonra itirafçı olanları barıştırmak için Seyrantepe’de bir eve gittiğini, gazetecilerin de PKK tarafından kaçırılmış olabileceği belirtilmiş. Bunun üzerine gazete yöneticileri başta Ahmet Türk, Leyla Zana, Hatip Dicle ve örgütün Avrupa kanadıyla temasa geçerek olayı teyit ettirmeye çalışmış, ancak oradan olumsuz yanıt alınca onlar da çıktığımız bu yolculuktan umutlarını kesmeye başlamış, ta ki şoför İbrahim’in annesini Malatya’dan otelden araması ve annesinin gazetenin karşısında bulunan balkonundan çığlık atarak, “Aradılar” demesine kadar.

Diyarbakır’da kara gün manşeti ve “Arkadaşlarımıza kıymayın” yazısı

Gazetenin 21 Eylül 1992 tarihli baskısı, “Diyarbakır’da kara gün” manşetiyle hazırlanmış ve Musa Anter’in öldürüldüğü, olay yerine giden gazete muhabirlerinin kaçırıldığı duyurulmuş. Gazetenin yayın yönetmeni Halit Tunç ise, “Arkadaşlarımıza kıymayın” başlıklı bir yazı yazmış. Tunç’u böyle bir başlık ve yazıyı yazdıran ise dönemin şartları ve kaçırılıp sağ olarak bırakılan kimsenin olmamasından kaynaklanıyor. Yönetmenin yazısını dönüp okuyunca, kendisine, “Ben kaçıran olsam ve bu yazını okusam kesinlikle kaçırdıklarıma dokunmazdım” demiştim. Çok duygusal ve dokunaklı satırları kaleme almıştı.

Emniyette verilen ifadeler, çizilen robot resimler ve Musa Anter’e yapılan saldırıdan yaralı kurtulan Orhan Miroğlu’nu ziyaret etmemiz, Ape Musa’nın (Musa Amca) öldürülmesi ve bizim kaçırılmamız arasındaki bağlantıyı kurmamızı sağladı. Anter ve Miroğlu’na ölüm bölgesine götürenler, onları bizi kaçıran şahıslara, yani “Yeşil” ve ekibine teslim edeceklerdi. Onlar Seyrantepe’de birbirini bulamayınca tetikçi işi tek başına yapmak zorunda kalmış ve Anter ile Miroğlu’nu vurmuştu. Bizi kaçıranlar da olayın üzerine geldiğimizden panikleyip bir şey biliyor muyuz diyerek bizi kaçırmıştı…

Sonra yaptıkları görüşmelerde olayla ilgilimiz olmadığını, tamamen haber amaçlı olduğumuzu öğrendikleri için de bizi bırakmışlardı. Biz olayın böyle olduğunu düşünmüştük.

Dişimi kıranın “Yeşil” olduğunu 17 yıl sonra teyit ettim

Musa Anter cinayetiyle ilgili çok şey yazıldı, çizildi ve konuşuldu. Yurtdışında bulunan itirafçı Abdulkadir Aygan, cinayeti anlatıp Anter’in kızıyla yüzleştiğinde bile olay yerine giden gazetecilerin kaçırılmasından hiç ama hiç söz etmedi. Bana göre Aygan da bizi kaçıran meçhul şahısların arasındaydı ve “Müdürüm” dediği kişi ise “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’dı.

Kamuoyu, Susurluk kazasından sonra resmî olarak aranan ve hâlâ yaşayıp yaşamadığı belli olmayan Yeşil’i, sadece biri vesikalık biri de Ankara Emniyeti’nde çekilen bir boy fotoğrafından tanıyordu. Mayıs 2009’da Mahmut Yıldırım’ın oğlu Murat Yıldırım babasıyla ilgili bir kitap yazdı ve babasının fotoğraflarını ilk kez kitapta kullandı. Ben kitapta yer alan fotoğrafları gördükten ve o dönem emniyete çizdirdiğimiz robot resimlerle karşılaştırma yaptıktan sonra dişimi kıran ve o gün eli alçılı olan kişinin Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım olduğuna kesin kanaat getirdim. Kaçırılmamızla ilgili yürütülen soruşturma ise olaydan 14 yıl sonra, “bizi kaçıranların örgüt üyesi olacakları kanaatiyle zaten yakalandıklarında cezalarını çekecekleri” gerekçesiyle takipsizlikle sonuçlandı.

Demeç verdiğim dergi çıkınca muhabiri öldürüldü

Musa Anter’in öldürülmesi büyük yankı uyandırınca bazı gazeteciler bu cinayetin peşine düştüler. Türk solunun çıkardığı Gerçek dergisinin muhabiri de cinayetle ilgili haber yapmak için İzmir’den Diyarbakır’a geldi ve ısrarla bizimle görüşmek istedi. Ben bu kadar hassas olayla ilgili konuşmalarımın çarpıtılma ihtimalini dikkate alarak uzun süre konuşmak istemedim. Ancak, muhabirin çalıştığım gazetenin yazı işleri müdürünü ikna etmesi sonucu kendisiyle görüşmeye karar verdim. Ama ne olur olmaz, bir sorun çıkması ihtimaline karşın görüşmeye tanık olabilecek bir arkadaşımla birlikte gittim.

Ben kaçırılma hikâyesini anlatmaya başlarken, görüşmenin bir yerinde muhabir bana, “Karşılaştığınız kişileri ilk gördüğünde kim sandın?” dedi.

Ben de, Diyarbakır gibi bir yerde ve 7. Kolordu Komutanlığı’na 200 metre uzaklıkta gördüğüm silahlı kişiler için, “İlk gördüğümde bunların polis olduğunu zannettim” dedim.

Röportaj yaklaşık bir saat sürdü, daha sonra muhabir de Diyarbakır’dan ayrıldı. Aynı derginin Diyarbakır’da bürosu bulunuyordu ama haber ve habercilikle uğraşmaktan çok, abonelik ve dağıtım işlerini yapan bir arkadaş vardı: Diyarbakırlı ünlü şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın akrabası olan Namık Tarancı. İzmir’e giden muhabirin bir süre sonra derginin kapağına manşet olan haberi çıktı. “Musa Anter’i Diyarbakır Emniyeti’nden ‘Seyhan’ kod adlı polis öldürdü” başlığıyla çıkan haberde benim röportajım da verilmişti. Ben derginin sayfalarını karıştırıp verdiğim röportaj ile ilgili bölümü bulurken karşıma çıkan başlık: “Kaçırılan gazetecilerden Ferit Aslan: ‘Bizi kaçıranların polis olduğundan kesinlikle şüphem yoktur.'”

Bu ifade, o dönemin şartlarında, gözaltına alınmam, tutuklanmam ve hatta öldürülmem için yeterliydi. Söz konusu muhabiri aradım ama kıvırtarak, benim aslında böyle demek istediğimi söyledi. Dergiye kapak olan haberde bir de Diyarbakır mahreci kullanılmış, muhabir İzmir’de yaşamasına rağmen kendi imzasını kullanmamıştı. Bu da bilmeyenler için haberin Diyarbakır muhabiri tarafından hazırlandığını gösteriyordu.

Ve dergi piyasadayken Namık Tarancı öldürüldü

Diyarbakır ve bölgede birçoğunu tanıdığım arkadaşımın öldürülmesine yakından ya da uzaktan tanıklık etmiş biri olarak benim için acı olaylardan biri Namık Tarancı’nın öldürülmesidir. İzmir muhabirinin haberinin kapak olduğu ve mahrecin Diyarbakır olduğu haberin bulunduğu dergi piyasaya çıktıktan çok kısa bir süre sonra sabah polis telsizinden Namık’ın öldürüldüğü haberi geçti. Koşup Bağlar ilçesindeki o sokağa vardığımda Namık Tarancı’nın yerde uzanmış cesediyle karşılaştım.

Nedendir bilinmez ama ben hep Namık’ın o haber yüzünden, haberi kendisi yapmış gerekçesiyle o karanlık güçler tarafından öldürüldüğünü düşünüyorum. Namık’a kıyanlara duyduğum kin ve öfkenin bir o kadarını da gazetecilik yaptığını sanıp habere imzasını koyamayan ve Diyarbakır mahrecini kullanan o muhabirde bulmuşumdur. Namık, geride iki çocuk ve gözü yaşlı bir eş bırakarak hayata veda ederken, faili meçhule giden gazetecilerin hanesine bir isim daha eklenmişti.

O haber için sonradan çalıştığım gazeteye Terörle Mücadele Şubesi’nden gelen bir komiser (daha sonra Diyarbakır’da bir çatışmada hayatını kaybetti), dergideki yazıyı gördüklerini, ancak o gazetecinin bunu çarpıttığını tahmin ettiklerinden benim ifademe başvurmaya gerek duymadıklarını söylemişti. Aslında söylemek istediği şuydu: “Biz o sözleri senin söylediğine inanmadık, eğer inansaydık, senin için iyi olmazdı.”

Mahkeme 27 yıl sonra beni dinledi

Musa Anter’in öldürülmesi ve Orhan Miroğlu’nun yaralanması ile ilgili Ankara’da görülen davada mahkeme heyeti, beni tanık olarak dinlemek işini 27 yıl sonra yerine getirdi. 25 Aralık 2019’da, Ankara’da görülen davaya Diyarbakır’dan SEGBİS ile bağlanarak tanık olarak olay ile ilgili ifade verdim.

Musa Anter davası zaman aşımına uğradı

Diyarbakır’da 20 Eylül 1992’de katledilen Kürt yazar ve gazeteci Musa Anter’in ölümüne ilişkin açılan davanın 37. duruşmasında Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi, 30 yıllık zaman aşımının uygulanması ve davanın düşürülmesine karar verdi.

Medyascope

İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar