yazarlar makaleler
Kadının Meşruiyeti ve ‘Başını Açan’ Erkekler
28.02.2024

Betül Doğan Akkaş

Kadınların hayat seçimlerinin görünür olması, ‘başını açan erkekleri’ gizlerken kadınları sahnenin ortasına bırakıveriyor. Evet, erkekler de başlarını açtılar. Bu, toplumda çıplak gözle görülen bir sosyal gerçek ama çoğunlukla kadınları konuşuyoruz.

Her 28 Şubat’ta aynı şeyi düşünüyorum: Distopik bir senaryoda uyanıyorum ve artık fakülteye başörtülü gidemiyorum. Bir binanın önüne geliyorum, küçük bir kabin görüyorum. Polis eliyle orayı işaret ediyor, sıra bekliyorum, çok fazla kadın var, içeri başörtülü girip başı açık çıkıyorlar. İçeri giriyorum. Şalımı çıkarıyorum, iğnemi itinayla boneme saplıyorum ki kaybolmasın. Şalımı çantama koyuyorum. Saçımı düzeltiyorum ve güvenlikle göz göze gelmemeye çalışarak okula giriyorum. Sonra aklıma yağan yağmur altında başımı açıp ıslak eşarbı sıkıp çantama koyduğum gün geliyor, yıl 2009’du. Sadece 15 yıl geçmiş olmasına inanamıyorum, çünkü şimdi aynı binalara kimse beni durdurmadan giriyorum.

Üniversiteye başörtülü girdiğim ilk gün, 2010’da dönemin ilk sınavlarından hemen sonra bir gündü. Güvenliğin yanından geçiyorum, engellenmedim. Tahmin ediyorum o an hissettiklerimi hiç unutamayacağım. Sınıfa giriyorum, gözler üzerimde ama tepki yok, derin bir oh çekiyorum. Derken günler geçiyor ve artık alıştık, alıştılar.

Başörtüsü yasağını, 28 Şubat’ı, temel vatandaşlık hakları, Türkiye’nin siyasal tarihi, İslamcılık ve daha nice kallavi meseleyle tartışabilir, derin analizler yapabiliriz. Yapalım da ama benim ve daha nice kadının o günlere dair trajikomik anıları da en az siyaset bilimi terminolojisi kadar kapsamlı ve açıklayıcı durum komedileriyle dolu. 28 Şubat demagojisi yapmak diye bir kavram bile var Türkiye’de ki ‘hakkıyla’ yapanlar genelde ne kadınlar ne de başlarını açtılar.

Burası gerçekten önemli, biz sokak ortasında birden küçük kulübelerin önünde, yurt girişlerinde başörtümüzü çıkarıverdik. O sınıflara girmek, okulu bitirebilmek için. Kimileri peruk taktı, kimileri şapkayla girdi, kimileri okulu bıraktı. Bununla mücadele etmek bile sosyo-ekonomik bir gerçeklikti, çünkü bazı aileler çocuklarını tesettürlü kabul eden özel okullara gönderebildiler, bazıları yurt dışına gitti. Ama ben başını açıveren o kadınlardan biri olarak o anları dönem dönem hatırlayıp genç yaşta içine düştüğüm parodilerin üstünden geçiyorum ve genelde soruyorum: Tekrar olsa, yine öyle sessizlik olur mu? Sonra başka sorular geliyor aklıma. Şu an mağdurlara iade edilen temel hak ve özgürlüklerden sonra, başörtülü kadınların algısı meşru bir zemine oturdu mu? Başörtülü kadınlar bugün neler yaşıyorlar? Bazıları başlarını açtılar.

Başını Açan Erkekler

Bu kategori inanılmaz ilgi görüyor, çünkü kadınların hayat seçimlerinin görünür olması, ‘başını açan erkekleri’ gizlerken kadınları sahnenin ortasına bırakıveriyor. Evet, erkekler de başlarını açtılar. Bu, toplumda çıplak gözle görülen bir sosyal gerçek ama çoğunlukla kadınları konuşuyoruz.

Herhangi bir ortamda Türkiye’de dindarlığın azalması yahut sekülerleşme konuşulduğunda herkesin ilk örneği başını açan bir kadın arkadaşı, yakını. Başörtüsü görünür bir unsur ve kadınların İslami yanına dair ilk izlenimi barındırıyor. Oysa hepimizin bildiği gibi, yalnızca başörtülü kadınlar dindar değil ve başörtülü kadınların da hepsi dindar değil. Fakat mesele erkeklere geldiğinde, en az başını açan kadınlar kadar çok sayıda erkeğin dinden uzaklaştığına ve kendi üsluplarıyla ‘başlarını açtıklarına’ şahidiz. Namaz kılmayı bırakmak, özel hayatını dinden uzak formlarda yaşamak, içki içmek hatta inşallah, maşallah gibi günlük ifadeleri bile kullanmaktan hicap duymak sekülerleşme alametlerine örnek olabilir. Kim ne kadar dindar elbette bilimsel metotlarla ölçümü zor, fakat lisansüstü tezlerde henüz sayısı az olsa da başını açan kadınlara dair sosyolojik çalışmalara rastlamak, böylece tartışmayı akademik bir zemine oturtmak mümkün.

Benzer şekilde Zübeyir Nişancı’nın “Sayılarla Türkiye’de İnanç ve Dindarlık” araştırması kadın ve erkek üzerinden bir karşılaştırma imkânı sunuyor. Kadınlar arasında kendini dindar olarak tanımlayanların, düzenli olarak namaz kılanların ve oruç tutanların oranları erkeklerden yüzde 3-4 bandında daha yüksek. Araştırmaya göre, ‘Türkiye’de yaşayan 18 yaş üstü kadın katılımcıların yüzde 73’ü -diğer bir deyişle neredeyse dörtte üçü herhangi bir şekilde başörtüsü’ takıyor. Katılımcıların yüzde 48’i ise dışarıya çıkarken “sık sık” veya “her zaman” başörtüsü taktıklarını dile getirmişler. Diğer bir deyişle, cenazelerde, namaz kılarken yahut herhangi başka bir sebeple kadınların nerdeyse üçte ikisinin başörtüsü ile bir münasebeti var. Tesettürlü olarak tabir ettiğimiz dışarıya çıkarken başını örtenler ile nerdeyse katılımcıların yarısı. Bu demek oluyor ki Türkiye’de kadın için dini eğilimlerini ve pratiklerini göstermek oldukça yaygın bir tutum.

Kadının Meşruiyeti

Nişancı’nın anketinde daha da ilginç olan kısım, başörtüsü algısını inceleyen bölümde, erkeklerin başörtülü kadınların hâkimlik veya savcılık yapabileceğine dair soruya yüzde 3-5 bandında daha negatif cevap vermeleri. Biraz daha açarsak, katılımcı erkekler arasında katılımcı kadınlardan daha yüksek oranda bir kısım, kadınların başörtülü olarak belli meslekleri yapmalarını onaylamadıklarını belirtmişler. Aynı minvalde hem kadın hem de erkek katılımcılara başörtüsünü siyasi bir sembol olarak görüp görmedikleri sorulmuş ve erkekler arasında başörtüsünü siyasi sembol olarak görmek kadınlara göre daha yaygın çıkmış.

Zahide Tuba Kor hocaya göre belki de başörtülü kadınların yasaklarla hesaplaşması çoktan bitti, hedeflerine ulaştılar ama o ‘dışlanmışlığın’ etkileri hâlâ unutulmadı. Kadın meselesi üzerine çalışan ilahiyatçı Hidayet Şefkatli Tuksal da başörtüsü yasaklarının kalkmasının başörtülü kadınlara bir itibar iadesi getirmediğini öne sürüyor:

Bence aslında dindar erkekler bile başı açık kadınların daha liyakatli ve daha prestijli, hatta daha “normal” olduğunu düşünüyorlar. Bunu pek çok başörtülü kadın gözlemliyor ve deneyimliyor. Bu yüzden, iddia ediyorum, dindar çevrelerde bile başı açık kadınlar başı kapalılara göre daha saygın. Başörtülü kadınlar yeterli saygıyı görmüyorlar. Dolayısıyla dindar kesimler kızların neden başını açtığını düşünürken, buna dertlenirken, bu kızlara bahane bulmadan önce, kendilerinin başörtülü kadınlara nasıl muamele ettiğini düşünmeli, dert etmeli.

Bu konu üzerine yazanlardan biri de İsmail Kılıçaslan ve onun kadınların açılmasına ilk cevabı; ‘seküler hayat tarzının kuşatıcılığına ve çağrısına karşı koymak hiç kolay değil’. Aynı oranda hatta belki kadınlarla yarışır biçimde sekülerleşen erkekler de mi modern hayatın dayatmalarıyla baş edemiyorlar yoksa onların geçirdiği kişisel dönüşümler caiz mi? Eğer mesele seküler hayatın cazibesi idiyse, onlarca insanın içinde, minik kulübelerde, okuldaki sosyal hayattan dışlanarak geçen onca yılda, iş bulamazken, evlenemezken neden kadınlar başlarını açmadılar? Ya da erkeklerin iş yerlerinde tesettürlü eş sorun oluyor öngörüsüyle seküler hayat tarzında evlilikler yapmayı tercih etmeleri, neyin cazibesine denk düşüyordu? İsmail Kılıçaslan erkeklerin ‘yozlaşma’ serüvenini ‘dindar erkekler sorunu’ olarak tanımlıyor ve ilginin yalnızca kadınların sekülerleşmesinde olmasını yadırgıyor.

Başörtüsünü çıkaran kadınların sıraladıkları nedenler listesi uzun ama ‘hâlâ bariyerler var ve ben yoruldum’ öne çıkan bir ifade. Başörtülü kadınlar dini hassasiyetleri olan ya da özgürlükçü insanlar tarafından ne kadar destekleniyorlar? Yoksa iş dünyası ve siyaset kolaya kaçarak ve konvansiyonel kadın imajına sığınarak yalnızca temsili ve sınırlı bir noktaya kadar bir alan mı açıyor onlara? Mütedeyyin kadın temsilini bir yere taşımak artık bu camianın bir meselesi değil mi? Yoksa mütedeyyin kadına artık haklarını aldın, gerisi sende mi deniyor? Bu da oldukça ilginç, çünkü bu yazıyı yazdığım gün bile karşısında cevap vermeye hicap duyacağım bir durum yaşadım, üstü örtülü, oldukça kibar, çünkü artık ‘bize’ dokunulması zor fakat saygısızlık hatta reddetme çabası tam da detaylarda gizli değil mi?

Türkiye’yi Yalnızca Türkiye ile Okumak

Besim Dellaloğlu sekülerleşmeyi, ‘insanın, bireyin, yurttaşın, müminin hayatına dair aldığı kararlarda dünyevi unsurların uhrevi unsurları ikame etmesi’ olarak tanımlıyor. Dünya genelinde, insanların içinde minimum sosyo-politik yükle yaşamayı tercih ettikleri; bireyleri dönüştürücü ve siyaseten sadeleşmeyi, tarafsızlık vurgularını önceleyen bir yeni ‘arınıyorum’ trendi var. Dünya genelinde küresel tükenmişlik, siyasetsizlik, uzun süren savaşlar ve cinsiyet rollerinin toplumsal hayatla değişmesi etkisi gözle görülen toplumsal değişiklikler doğurdu. Dinin kolektif bir aksiyon olmaktan çıkıp bireyi yalnızca kendisinin çabasıyla tefekkür eden bir dinginlik formunda algılanması ve daha nice sosyolojik etkenle, küresel bağlamda ve topyekûn bir ‘bağlayıcılardan arınma’ yapı-sökümü var. Kimi alanlarda bu, post-kolonyal ve gerçeğe daha yakın bir toplumsal tonla sosyolojiyi okumaya ulaştırırken kimi durumlarda sekülerleşme gibi sonuçlar doğurmaya başladı. Bu yazıyı, örneğin, Küresel Güney’den Batı’ya göç etmiş ailelerin dindar ve üçüncü nesil kadınları üzerinden de benzer durumlarla yazabilirdik. Türkiye’yi yalnızca Türkiye ile okumak maalesef dar bir bakış getiriyor; oysa Pakistan-İngiliz kökenli tesettürlü bir akademisyen kadının yaşadıkları Türkiye’deki denkleme çok benzer bir şema çıkarıyor.

Elbette Türkiye toplumu da küresel sekülerleşme ve bireylerin belli toplumsal normlardan kopmak ve kendi belirledikleri ekosistemlerde yaşamayı istemek telaşından muaf değil. Diğer bir deyişle, dini pratiklerin, ailenin, çocukların ve genel toplumsal sorumlulukların, bireyin özgürleşmesi önünde engel olduğu trendi küresel olarak yükseliyor ve evet Türkiye toplumu da bundan nasibini aldı: Hem erkekler hem kadınlar olarak.

Bu sosyo-politik gerçeklik altta yatan tetikleyici bir neden olarak varken üstüne bir de Türkiye’nin şahsına münhasır durumları devreye girdiğinde girift toplumsal sonuçlarla karşılaşıyoruz. Merkez sağ bir partiden aday belediye başkanının seçim propagandasında başörtülü olmayan bir kadının kullanılması, sosyal demokrat çizgideki partilerin de başörtülüleri siyaset sahasına sembolik olarak yerleştirmeleri, ‘toplumun her kesimine’ hitap etmek anlayışının ötesinde ulaşamadıkları meşru kadın grupları üzerinden belli mesajları vermelerini sağlıyor. Yani 28 Şubat’ın ‘hangi kadın neyi temsil ediyor’ sorusu hâlâ zihinlerde.

Bir de başörtülülerin kategorilere ayrılması ve yaptıkları işlere göre siyaseten tehlikeli görülme durumu var. İlk söylemeye çalıştığım, Bülent Ecevit’in iddia ettiğinin aksine ‘Türkiye’de hanımların giyim kuşamına, başörtüsüne özel yaşamlarında da karışan çok’. Böyle ‘kapalı’ mı olur, ‘kapalılar’ böyle yapar mı vesaire pek çok ifadeyi duyuyoruz. Toplumda bir başörtülüleri hizaya çekme kaygısı var, bunun arkasındaki dini motivasyonu anlıyorum fakat sosyal çıktısı pek hayırlı olmuyor ki bu sözleri söyleyenler her zaman dindar insanlar da değiller. Yaptıkları işe göre siyaseten tehlikeli görülmesi meselesi ise çok basit: Başörtülü hemşire, doktor, öğretmenden sonra polis, asker ve adli personel sisteme dahil edildi. Bir büyüğüme, bu ülkede başörtülü biri neden İçişleri Bakanı olmasın dediğimde, Türkiye henüz hazır değil demişti.

Minik Kelebek, Dur Sakince Uçmak Ne Demek’

Türkiye henüz hazır olmadığı için belki de bu durumun başka bir yüzü daha var: Başörtülü kadınların hâlâ hak ettikleri işlere girmek ve belli terfileri almak için sorun yaşıyor olmaları. Siyasal sistemin, Devekuşu Kabare’den bir alıntıyla, ‘hangi kelebeğin uçacağına, hangisinin duracağına’ karar veriyor olması başlıca bir ikilem. Başörtülü bir kadın bir göreve gelince sosyal medyada özgeçmişi elden ele dolaşıyor, sürekli bir açık arama telaşı başlıyor. Meşru olduğunu ve uçmaya uygun bir kelebek olduğunu kanıtlaması gerekiyor. Yalnızca seküler endişelerle başörtülü temsilinin artmasından rahatsız olanlar nezdinde değil üstelik. Kadınların iyi çocuk yetiştirecek kadar eğitimli, eşlerinin davetlilerine İngilizce hoş geldin diyebilecek kadar dil bilen kız kardeşler olmaktan çıkıp, birer meslektaş, belki de rakip olmasından rahatsız olan muhafazakâr çevreler için de. En basit haliyle, hala WhatsApp gruplarında, eğer bir kadın eğitimli olmazsa nasıl çocuk yetiştirir, biraz olsun dil bilmez ve uğraşı olmazsa eşiyle nasıl ortak konuşacak şeyi olur, erkeğin gözü dışarda olur temalı videolar dolaşıyor ve bunlar yadırganmadan iki diplomalı, 28 Şubat mağduru kadınlar tarafından bile paylaşılıyor. Kadınlar meşru kalmaya o kadar odaklanmış haldeler ki kelebeğin uçmamasını doğal karşılıyorlar, belki de sineye çekiyorlar.

Bir diğer vurucu ve üzücü nokta, belki de kadının kadını unutması. Afrika’da kolonyal sistem sonrası sisteme giren kadınların kadın politikalarını ya da temsilini öncelemeyi bırakıp anaakım siyasal denkleme hizmet etmesi üzerinden ‘femokrasi’ tartışmaları yürüyordu ki bu kavram hemen her siyasal sistem eleştirisinde de kullanılır. Başörtülü kadınlar bir yere geldiklerinde önce kendilerini güvene alıyorlar, çünkü hem geleneksel, dindar kodlara karşı sosyal hayatta da çalışan ve işini iyi yapan kadın imajı çizmeye çalışıyorlar hem de konvansiyonel seküler tutuma karşı basit bir varoluş mücadelesi veriyorlar. Bu esnada kadın kadına ne kadar dayanışma oluşuyor, birbirlerine manevra alanı açıyorlar mı hepsi soru işareti.

Yazının sonuna gelince şunu biliyorum ki kadın meselesini sol eylemler yapılırken de mütedeyyin kadınlar durumlarını açarken de duymak istemeyen çok. Bu yazı da ne başını açan kadınları ‘aklamak’ ne de erkekleri topun ağzına koymak için. Kadınların sorunları dile getirilince ‘aman bunlar da kafa ütülüyor, daha ne istiyorlar’ diyecek de çok. Ama konuşmak, ifade etmek belki de sadece sorular sormak hâlâ bir ihtiyaç. Ben Merve Kavakçı’nın Meclis’te yuhalandığı görüntüleri hâlâ kalp ritmimi normal akışında tutarak izleyemiyorum. Eminim bir yerlerde de kadın dernekleri 8 Mart’a pankartlar hazırlıyorlar ve sorunsuzca eylem yapamayacaklar ki onların da bazıları bir zamanlar bizim zorla kapandığımızı söyleyerek yasağı desteklemişlerdi. Ezcümle, yazıyı buraya kadar okuyan erkekler varsa, hâlâ umut var.

Perspektif

İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar